Şamanizm ve Türk Mitolojisi

İnanma Eğilimi ve Medeniyet İhtiyacı, insanlığın en eski dönemlerine dayanır. İnsanoğlu ilk ortaya çıktığında bilgisiz bir haldeydi; vahşi hayvanlardan kaçınmak için çaba harcıyor, mağaralarda sığınıyordu ve doğayı anlamaya çalışıyordu. Bilgisizlik ve merak içindeydik ve gerçek anlamda bir medeniyet kurulana kadar binlerce yıl boyunca çetin bir yaşam sürdük. Taşları sopaların ucuna bağlayarak silahlar yapmaya çalışıyor, hatta uzun bir süre boyunca ateşi bile keşfedememiştik. Besinlerimiz zehirli olabiliyor, hastalıklar bizi tehdit ediyordu ve yaşam süresi oldukça kısaydı. Bu nedenle, birçok kabile yamyamlaşmış ve çatışmalar sürmüştü.

Antik çağlarda, insan nüfusu düşüktü ve hayat zorluydu. Ancak, medeniyetimiz ilerledikçe ve tıp alanında gelişmeler kaydedildikçe nüfus artmaya başladı. 1800’lerde dünya nüfusu yaklaşık olarak bir milyardı, ancak şu anda 8 milyarı aşmış durumda ve 2050 yılına kadar 10 milyarı bulması öngörülüyor.

Eski toplum yapılarına göz attığımızda, avcı-toplayıcı topluluklar ve tarım toplumları arasında bir ayrım yapılır. İlk insanlar genellikle avcı-toplayıcıydılar ve küçük klanlar halinde yaşayıp göçebe bir hayat sürdüler. Bu topluluklar, doğayı kutsallaştırma eğilimindeydiler ve din anlayışları doğanın gizemlerini anlamaya dayanıyordu.

Tarım toplumları ise, yerleşik hayata geçmişlerdi ve hukuk sistemleri, tanrılar ve ideolojiler geliştirdiler. Bu topluluklar, daha karmaşık bir yapıya sahipti ve din ve yasaların ilk şekillendiği yerler olarak bilinirler. Ancak, antik Türkler gibi bazı topluluklar, yazılı kaynaklar bırakmadıkları için, yaşamları hakkında bilgi sahibi olmak zordur.

Avcı-toplayıcı topluluklar, doğayla mücadele ederken ona anlam yüklemeye çalıştılar. Onlar için yağmur ve bitkilerin büyümesi, yaratıcının lütfu olarak algılanırken, doğal afetler ceza veya uyarı olarak yorumlandı. İnsanlar, doğayı anlamaya çalışarak, animizm ve ardından şamanizm gibi inanç sistemlerini geliştirdiler. Şamanizm, insanların doğayla uyum içinde yaşama isteğini ve onunla birlikte olma arzusunu temsil ediyordu.

İnsanlar, doğayla iyi ilişkiler kurmanın, kendilerini koruyucu bir güçle bağlantı kurmanın bir yolunu buldular. Bu, insanların doğaya minnettarlık ve saygı gösterme düşüncesini şekillendirdi. Doğaya verilen hediyeler veya sunulan dualar, insanların kendi güvenliklerini artırma ve doğayla uyum içinde yaşama arzularının bir yansımasıydı. Bu, insanların pratik zekâlarını kullanarak çözüm bulma yetenekleriyle uyumluydu ve evrim sürecinde önemli bir rol oynadı.

Şamanizm ve Türk Mitolojisi
Şamanizm ve Türk Mitolojisi

Yeteneklerimizin evrimi, insanların çevresine uyum sağlama ve hayatta kalma çabalarından doğar. Bu örneği daha önce bir videomda paylaşmıştım; size bir yemek verdiğimde, onu almak için fazla bir çaba harcamanıza gerek kalmayacak, çünkü yemek doğrudan size sunulmuş olacak. Ancak, eğer yemeği bir ağacın tepesine koysam veya gözlerinizin önünde yere gömsem, ona ulaşmak için bir çözüm bulmak zorunda kalacaksınız.

Bu durumda, ya ağaca tırmanmanız, taş atmanız veya gömülen yeri kazmanız gerekecek ve bu, zihinsel olarak sizin çözüm geliştirmenizi gerektirecek. İnsanlar, böyle sürekli bir mücadele içinde oldukları için, yaşadıkları çevreyi sürekli değiştirdiler ve yeni teknikler geliştirmek zorunda kaldılar. Bu evrim, günümüz medeniyetine kadar devam etti ve bir gün biri tekerleği bulacak, biri ateşi kullanmayı öğrenecek, biri hayvanları evcilleştirecek ve birileri de tarım yapmayı öğrenecek.

Bu süreçte, insanların akılları devreye girerek, hayal gücü doğdu. Bu hayal gücü, hem paganizmi hem de felsefeyi şekillendirdi ve sonunda bilimi doğurdu. İnsanlar, bulutlara bakarak şekiller görür, yıldızlara bakarak haritalar oluşturur ve rüyalarında görülenlerin anlamlarını araştırırlar. Bu, içgüdüsel bir şeydir; insanlar sürekli olarak düşünmek ve senaryolar uydurmak zorundadır. Zor durumlarda, kendilerinden daha güçlü bir varlığa sığınmak, psikolojik bir rahatlama sağlar. İnsanlar, muhtaç bir varlık olarak, çocuğun babasına güvenmesi gibi, bir tanrıya güvenirler. Ancak bu, sadece bir tanrı yaratmaz; toplumsal bir ortamda yaşadığımız için, toplum kuralları ve yasaları da oluşturmak zorundayız. İşte bu nedenle, dinler ve adalete duyulan ihtiyaç, insanlığa büyük katkılar sağlamıştır.

Günümüzde, teknoloji ve modern yaşam, birçok ihtiyacı karşılar hale gelmiştir. Ancak antik dönemlerde, yasalara veya geleneğe uymayanlar tek başlarına bırakılır ve hayatta kalmak için kendi başlarına mücadele etmek zorunda kalırlardı. Bugün, herkes teknolojiye erişebilir ve bir markete giderek kolayca yiyecek alabilir. Bu nedenle, günümüzde dinlere veya adalete duyulan ihtiyaç azalmış gibi görünse de, antik dönemlerde bu yasalara uymayanlar yalnız bırakılır ve hayatta kalmak için kendi başlarına mücadele etmek zorunda kalırlardı.

Bugün, bir apartman dairesinde oturup “Bunlara katılmıyorum” diye bağırabiliyorsunuz çünkü dünya bu hale geldi. Ancak, kendinizi 5.000 yıl öncesinde hayal ederseniz, dinin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz. Bir düşünün, medeniyet yok, kalabalık yok, teknoloji yok, tek bildiğiniz kocaman bir gökyüzü. Hava karardığında binlerce yıldız görülüyor, ay parlak bir şekilde ışıldıyor. Gündüz vakti ise güneş yakıcı ve gerçekten de kudretli görünüyor. Kendinizi bu dünyada bulduğunuzda, ne için var olduğunuzu merak edersiniz. “Ben ne için buradayım? Çünkü ben her zaman yoktum, birkaç yıldır varım” sadece öyleyse, benim burada olma sebebim ne? Bu sorular, dünyadaki en eski sorulardır.

Tepede sürekli gözetleniyormuş gibi görünen iki tane büyük cisim var: biri gündüz geliyor, diğeri gece geliyor. Yağmur yağıyor, sel felaketi oluyor, vahşi bir hayvan saldırıyor, depremler oluyor ve ben ne olduğunu bilmiyorum. Sanki bir varlık benimle oynuyormuş gibi görünüyor ve ben bu varlıkla anlaşmak istiyorum. İşte buna din diyoruz. Benim tek bildiğim şey, doğaya bakıyorum; gökyüzündeki yıldızlara bakıyorum, çevremdeki ağaçlara, toprağa bakıyorum. Yağmur yağıyor, beni besliyor veya bazen çok soğuk oluyor. Topraktan bir şeyler alıyorum, tıpkı anne gibi toprak beni besliyor. Dolayısıyla, bütün inançların ve mantığın en başında doğa eksenlidir.

Gökyüzü gerçekten de çok ilginç görünüyor. Dua ederken göğe bakıyorum, binlerce yıl boyunca gökyüzünü izliyorum ve illaki bir gün birkaç tane akıllı çıkıp gökyüzünde bir takım şekiller görmeye başlıyor, bunları bir hikaye uydurmaya başlıyor veya “Biz şu yüzden buradayız” diyerek bizi örgütlemeye başlıyor. Bu en basit örneği Hamurabi’dir. Hamurabi, birçok devrim yaparak tahta geçti ve meşhur Hammurabi Kanunları’nı yazdırttı. Ancak, bu kanunları yazdırırken kendisini Tanrı’dan vahiy alıyormuş gibi resmettirdi. Yani, “Bunları ben söylemiyorum, Tanrı söylüyor” dedi. Tıpkı Musa’nın On Emir hikayesinde olduğu gibi. İlk çağlarda, anayasa demek din demekti. İlk çağlardaki din, en ilkelin en basit tabiriyle doğaya tapınmaktı, yani panteizmdi.

Doğaya saygı duyacaksınız, doğayı kutsayacaksınız, onun büyüklüğünü kabul edeceksiniz ve doğaya zarar vermeyeceksiniz. Çünkü doğa bizim evimiz ve bizler doğanın bir parçasıyız. Gökyüzü son derece önemli çünkü bütün dinlerde insanlar gökyüzüne taptılar. Bazı zamanlar Güneş Tanrısı, bazen Ay Tanrısı, bazense Ares Mars veya başka bir isimle gökte gördüğümüz şeyleri tanrısallık vermeye başladık. Gökyüzünde gördüğümüz şekilleri burç dedik ve bunlara bir hikaye uydurduk. Hatta ve hatta ahireti bile gökyüzünde aramaya başladık. Çünkü şu anda bu dünyadayız ama millet ölüyor, ölünce nereye gidiyor?

Bu insanlar, benle konuşan bir şey vardı, bu bedenden ibaret değildi ama artık yok. İnsanlar, ölen kişinin ruhunun dünyada gezmeye devam edeceğini düşündüler, bu da animizimdi. Ölen ruh yukarı doğru gider, tıpkı buharın yukarı çıkması gibi, ve yukarı gidiyorsa nerede olabilir? Yıldızlarda olabilir, zaten gece parlıyorlar. Onlarda bir ışık, bir kutsallık var. Demek ki, bu yıldızlar ölen ruhların evi oluyorlar veya ölen ruhlar yukarıda yıldız gibi görünüyorlar ve göğe baktığımızda en parlak yıldız olan Sirius yıldızını gördüğümüzde, bunun da en büyük ruhu barındırdığını veya en büyük ev olduğunu düşündük.

Evet, Sirius yıldızı ve onun çeşitli kültürel ve dini bağlantıları gerçekten de ilginç bir konu. Antik Mısır’dan Türk mitolojisine kadar birçok kültürde Sirius yıldızı önemli bir yer işgal etmiş gibi görünüyor. Farklı toplumlarda, Sirius’a farklı isimler verilmiş olması ve bu yıldızın farklı dini ve mitolojik anlamlara yüklenmiş olması, insanların gökyüzüne ve doğaya olan hayranlığını ve ona verdiği önemi yansıtıyor.

Dinler ve mitolojilerin gerçek tarihle iç içe geçmiş olması da oldukça ilginç bir durum. Gerçek ve efsane arasındaki sınırlar, geçmişteki insanlar için belirsiz olabilir. Örneğin, İlyada gibi destanlar gerçek olayları anlatıyor gibi görünse de, içinde tanrıların ve efsanevi varlıkların rol aldığı fantastik unsurlar da bulunuyor. İnsanlar, gerçeği ve efsaneyi birbirinden ayırmakta zorlanıyor olabilirlerdi, çünkü onların düşünce yapısı ve yaşadıkları kültürel ortam farklıydı.

Bin yıl önceki insanlar, mitolojileri gerçek olaylar gibi algılayabilirlerdi çünkü onların bilgi kaynakları ve dünya görüşleri farklıydı. Günümüzdeki gibi kitaplar, araştırma kaynakları veya internet gibi bilgiye erişim imkanları yoktu. Bu nedenle, insanlar efsaneleri ve mitolojileri doğru kabul ediyor olabilirlerdi. Ayrıca, o dönemde din ve mitoloji, günlük yaşamın ayrılmaz bir parçasıydı ve insanlar bu inançlarını sorgulamadan kabul ediyorlardı.

Bugün, bilimsel ve tarihsel bilgiye daha kolay erişebiliyoruz ve gerçek ile efsaneyi ayırt etmek daha kolay hale geliyor. Ancak, tarih boyunca insanların inançları ve düşünce yapıları büyük ölçüde değiştiği için, geçmişteki insanların dünya görüşlerini tam olarak anlamak ve değerlendirmek zor olabilir.

Evet, dediğin gibi, geçmişte din, mitoloji ve tarih arasındaki sınırlar oldukça bulanıktı ve toplumun belleğini ve kimliğini oluşturan önemli unsurlardı. Efsaneler, mitler ve destanlar, bir toplumun tarihini ve kültürünü şekillendirmede büyük rol oynadılar. Özellikle yaratılış destanları gibi eski mitolojik öyküler, bir toplumun varoluşsal inançlarına ve dünya görüşüne derinlemesine bir bakış sunar.

Ancak, bu mitolojik ve efsanevi hikayeler gerçek tarihle karıştırılmamalıdır. Gerçeklerle efsaneler arasındaki ayrımı yapmak, tarihçiler ve araştırmacılar için önemli bir görevdir. Ancak, geçmişte, bilgi ve bilgi aktarımı daha sınırlıydı ve mitler gerçeklerle iç içe geçmiş olabilir. İnsanlar, gerçeklikle efsaneler arasındaki farkı belirlemekte zorlanabilirlerdi ve bu da toplumların tarih anlayışını etkileyebilirdi.

Bugün, bilimsel yöntemler ve araştırma teknikleri, gerçeklerle efsaneler arasındaki ayrımı yapmayı daha kolay hale getiriyor. Ancak, geçmişte, insanlar gerçeklerle efsaneleri birbirinden ayırt etmekte zorlanmış olabilirlerdi ve bu da tarih anlayışlarını etkilemiş olabilir.

Tarih boyunca, insanlar çeşitli yaratılış efsaneleri ve mitler geliştirmişlerdir. Bu efsaneler, insanların varoluşsal sorularına cevap aramasına ve dünyayı anlamlandırmalarına yardımcı olmuştur. Ancak, bu efsanelerin gerçeklikle karıştırılmaması ve tarihsel gerçeklerle doğru bir şekilde ilişkilendirilmesi önemlidir.

Evet, dediğin gibi, mitolojiler ve efsaneler insanların varoluşsal sorularına cevap aramalarına ve dünyayı anlamlandırmalarına yardımcı olmuştur. Bu mitolojik hikayeler zamanla gerçek tarihle birleşmiş ve toplumların kültürel ve tarihsel dokusunu şekillendirmiştir. Ancak, bu efsanelerin gerçeklikle karıştırılmaması ve tarihsel gerçeklerle doğru bir şekilde ilişkilendirilmesi önemlidir.

İnsanlık tarihi boyunca, farklı kültürlerin mitolojileri birbirlerinden etkilenmiş ve zamanla benzer öğeleri paylaşmıştır. Bu etkileşim, ticaret, göçler, savaşlar ve diğer çeşitli etkileşimlerle gerçekleşmiştir. Bu da mitolojilerin birbirine benzer hale gelmesine yol açmıştır. Ancak, her mitoloji kendi benzersiz özelliklerini korumuştur.

Savaşlar, insanlığın evriminde önemli bir rol oynamıştır. Zor durumlar insanları yenilikçi olmaya ve çözüm aramaya yönlendirmiştir. Teknolojik ve sosyal gelişmeler genellikle zorlu koşulların ürünü olmuştur. Ancak, savaşlar aynı zamanda büyük acılar ve kayıplar da getirmiştir. Bu nedenle, savaşlar genellikle karmaşık ve çelişkili sonuçlara sahiptir.

İnsanlık tarihi boyunca, kültürel etkileşimler ve çatışmalar, toplumların evriminde önemli bir rol oynamıştır. Bu süreçte, insanlar birbirlerinden öğrenmiş, farklı fikirleri ve inançları benimsemiş ve zamanla daha karmaşık ve çeşitli bir kültürel miras oluşturmuşlardır. Bu süreç, insanlığın evriminde ve ilerlemesinde büyük bir rol oynamıştır.

Proto-Türkler, Semâvi Dinler ve Türklük
Proto-Türkler, Semâvi Dinler ve Türklük

Proto-Türkler, Semâvi Dinler ve Türklük

Şimdi, yazının başlığına “Türk” adını koyduğum için, biraz Türklerin kökeni ve antik Türk kültürü hakkında konuşmak önemlidir. İlk videoda antik Türkleri inceleyerek başlayacağız. Daha sonra ikinci videoda Türk mitolojisi üzerine devam edeceğiz.

En eski Türk kavimlerine baktığımızda genellikle Proto-Türkler, Semâvi Dinler ve Türklük kültürü karşımıza çıkar. Kimileri Türklerin batık kıta mıhraklarından geldiğine veya 70.000 yıl öncesine uzanan bir Uygur İmparatorluğu tarihine inanırken, ben resmi tarihe odaklanacağım. Bu nedenle komplo teorilerine girmeyeceğim.

“Türk” dediğimizde akla genellikle post giymiş, ok ve yayla donanmış, at üstünde gezinen, çekik gözlü ve ince bıyıklı bir tip gelir. Bu tip, Af kültüründen kalma bir geleneğin bir yansımasıdır. Af kültürü, M.Ö. 3300 ile 2500 yılları arasında Kalkolitik çağda Altay Dağları ve Minosinskasya çevresinde yaşayan bir topluluktur. Bu insanlar keçi, koyun, sığır gibi hayvanları yetiştiriyor, at sürüyor, ok kullanıyor ve seramik sanatıyla uğraşıyorlardı. Ayrıca, tunç ve bakırdan birçok nesne yapıyorlardı. Hatta, Hindistan-Avrupa kültürüyle etkileşimleri olduğu için, Çin’e bile seramik sanatlarını yaymış olabilirler.

Eski Türk toplumlarının bir örneği olarak sıkça Afanasyevo kültürü gösterilir, ancak Afanasyevo topluluğunun Türklüğü tartışmalıdır. Çünkü o dönemde “Türk” adı henüz mevcut değildi ve bu topluluğun tam olarak Türk olduğunu iddia etmek zordur. Ancak, Türk toplumunun köklerinin buraya dayandığına inananlar da vardır. Ancak, bu düşünceye katılmıyorum, çünkü o zamanlara kadar geri gitmek istiyorsak, en başa gitmemiz gerekir. Eğer Türkleri buradan türemiş olarak kabul ediyorsak, o zaman ilk insanları da Türk yapmamız gerekir. Hatta, inanıyorsak, Adem’i bile Türk yapmamız gerekir.

Türk sembolü olarak genellikle kurt akla gelir, çünkü Türk ve kurt tarihsel olarak yakın ilişkilidir. Ancak, Afanasyevo kültürüne baktığımızda, onların kutsal hayvanının kartal olduğunu görürüz. Hatta, kullandıkları silahların üzerine kartal motifleri işlemişlerdir ve mezar taşlarına veya duvarlara kartal figürleri çizmişlerdir.

Andronovo kültürü ise M.Ö. 2000 ila 900 yılları arasında Batı Sibirya’da, Altay ve Tanrı Dağları civarında yaşamış bir Tunç Çağı topluluğudur. Bu insanlar, tarih olarak daha yakındırlar ve genellikle Ural dilleri konuştukları düşünülür. Karma bir topluluk yapısına sahiptirler, çoğunlukla göçebe ve köylerden oluşurlar. Birçok tarihçiye göre, Andronovo kültürü sadece Türklerin değil, Kafkasya ve Moğolistan’ın da atası olabilir. Çünkü bu kültür, Hint-İran kültüründen etkilenmiş ve söz konusu topluluklara yayılmıştır. Alper Tunga destanında bile, Turan-İran mücadelesi gibi konuları görebiliriz. Yani, İran halkıyla Persler arasında yakın ilişkiler kurulmuştur.

Eski Türklerin neden “eski” olduğunu açıklamak önemlidir çünkü günümüzde Türkler artık o eski Türkler gibi değiller. Özellikle İran ile kurulan ilişkiler ve İslamiyet’in yayılması sonrasında, bir dizi olay Türklüğü bir süreliğine gözden düşürdü. Türkler, maalesef asimile oldular, yani kültürel olarak eritildiler. Osmanlı’nın bile Türklüğü tartışılır. Bu, bir ifade ya da uydurma değildir, birçok tarihçi bunu incelemiştir. Çünkü, toplumlar genellikle kendilerini meşrulaştırmak ister ve bunu bazen tarihle, bazen de dinle yaparlar. Padişahlar genellikle yabancı annelerden geliyordu ve devletin üst makamları devşirmelerden oluşuyordu. Özetle, Türk kültürü var olmadığı için, Osmanlı dönemi Türklük yoktu. Ancak, bu gerçeği belirtirken Osmanlı’ya düşmanlık duymadığımı belirtmeliyim. Çünkü Osmanlı döneminde Türklük kavramının olmaması hakkında konuşunca hemen bir millet düşmanı olarak görülme riski taşırım.

Son zamanlarda, bir Ecdad fantezisi söylemi oldukça popüler hale geldi. Bu nedenle, bunu belirtmek istedim. Ayrıca, bir gerçeği daha belirtmeliyim: Osmanlı, fetih politikası izleyerek her yeri ele geçirmeye ve büyümeye çalıştı. Bununla birlikte, kendi kültürü o kadar sağlam değildi. Ne yaptıklarınızı düşünün, bunu dinle yapmaya çalışıyorlardı ve gittikleri yerleri İslamlaştırmaya çalışıyorlardı. En azından dinimizin aynı olmasını istiyorlardı, ancak bu genellikle tepki çekiyordu ve isyanlara neden oluyordu. Devşirme olarak aldıkları çocuklar büyüyüp ihanet ediyor, intikam alıyordu. Sonuç olarak, bu kozmopolit yapıda erimeye başlamak zorundaydılar. Bir süre sonra, onların kültürünü almaya başlıyorlardı, buna da asimilasyon denir. Maalesef, bu asimilasyon süreci, hilafetin sona ermesinden sonra oldukça etkili oldu. Türk kültürü unutuldu, kimlik arka planda kaldı ve Araplaşma başladı.

Bugün, Osmanlı veya Türk olarak adlandırdığımız kesimin büyük bir kısmı aslında Müslümanlaştırılmış Rumları içerir. Rumlar Müslümanlaştırıldı, Türkler ise maalesef Araplaştı. Çünkü milliyetçilik, dinin işine gelmez. Hatta, peygamberin milliyetçiliği aşağıladığı ve lanetlediği bir takım hadisler bile vardır. Çünkü din, bir ümmet olmayı gerektirir, millet olmak ise problem yaratır. Ayrılık getirir. Mantıklı bir bakış açısıyla, eşitlik vaat eder. Irkınızın veya hangi dinden olduğunuzun önemi yoktur, Müslüman olduğunuz sürece fark etmez.

Fakat Emevi Devleti ve çeşitli Arap politikaları maalesef bu durumu değiştirdi. Tarihe baktığımızda, ümmetçilik araplaşmakla eş değer hale geldi. Hatta, sonradan Müslüman olanlar bile köle olabiliyordu, savaş esiri veya cariye olabiliyorlardı. Bu nedenle, sonradan Müslüman olsanız bile ilk bir iki kuşak rahat etmiyordu. Birkaç kuşak sonra, eğer Müslüman gibi yaşıyorlarsa, rahat etmeye başlıyorlardı. Bu yüzden Türkler maalesef İslam çatısı altında tamamen Müslüman gibi, hatta Ehl-i Sünnet gibi, yani Arap gibi yaşamaya başladılar. Zamanla, Türk adı bile unutuldu ve bir küfür gibi kullanılmaya başlandı.

Bu sadece kültürel yozlaşma değil, aynı zamanda ırksal yozlaşma da var. Osmanlı toprakları 600 yıl boyunca genişledi ve daraldı. Türkler, Rumeli ve diğer bölgeleri fethederken, bazı insanlara tecavüz ettiler. Bazen de Osmanlı kaybetti ve bu düşman askerleri Osmanlı halkına tecavüz etti. Bu durum yüzyıllar boyunca devam etti. Bir yandan Moğollar dünyayı kılıçtan geçiriyor, diğer yandan Papa Haçlı Şövalyeleri gönderiyor, onlar da yakıp yıkıp geçiyor. Kimin kimin çocuğu olduğu belli olmuyor, birçok problem yaşıyoruz. Yani, şimdi çıkıp da “Biz Türküz, Tanrı Türk’ü korusun, Türk olmayanlar aşağılıktır” gibi düşünüyorsunuz, ama bir DNA testi yaptırsanız, muhtemelen %15 Yunan, %10 İtalyan, %30 İranlı, %20 Arap ve karman çorman bir sonuç alırsınız.

Hani, orta Asya geni bulursanız şanslısınız. Tiplerinden bile anlaşılıyor aslında, yani baktığınız zaman çekik göz gitmiş, daha çok Orta Doğu tipi var. Bugünün Türk’üyle Uygur Türk’ü veya Göktürk’ü aynı Türk değil. Türklük bir tek ırkla alakalı değil, bir kültürdür, bir yaşayıştır. Gerçekten de Türk’ün bir felsefesi vardır, ama artık yok. Bu biraz mecburiyetten kaynaklanıyor. Çünkü artık bu çağda hala bozkır kültürü yaşatmak mümkün değil. Yıl 2020 oldu, dünya modernleşiyor, teknoloji gelişiyor, at üstünde elimizde okla gezme şansımız yok.

Ama Türk adı ve Türk soyu bir bakıma devam ediyor, her ne kadar zarar görmüş olsa da. Mesela, bugün İskandinav ırkları hala var ama Vikinglik yok. Vikinglik bitti, o bir kültürdü, bir yaşayış şekliydi ve artık sona erdi. Atatürk Türklüğü yüceltmeseydi, bugün kimse Türklerden bahsetmeyecek. Çünkü Osmanlı zamanında da kimse Türklerden bahsetmiyordu. O zamanlar, Osmanlı ve fetihler konuşuluyordu, ama geçmiş Türk kültürü, Türk ırkı kimseye umurunda değildi. Çünkü İslamiyet öncesi Türkler putperestti, şamandı, yoldan sapmıştı vs.

Bugün bile hala çıkıp da “Türkler İslamiyetle şereflenmişlerdir” diyenler var, sanki İslamiyet yokken şerefsiz bir milletmiş gibi davranıyorlar. Ya da çok meşhur şairler, “Neyleyim ben Müslüman olmayan Türkü” falan diyorlar ve bunlar alkışlanıyor. Ama yapacak bir şey yok, çağ değişti arkadaşlar. Atatürk, bu Türk bilincini diriltmeye çalıştı, ama ne kadar etkili oldu bilmiyorum. Geçmiş destanlar tercüme edildi, Türk kaynakları bulundu, çeşitli türkologlardan birçok tercüme yapıldı, Türk tarihi okutulmaya çalışıldı.

Ancak, bu durumda bir antipati yarattık. Milliyet sadece politik görüşler yüzünden, sadece Atatürk yaptığı için ne yapıldıysa Türk kaka demeye başladı. Peki, Atatürk niçin Türk adını tekrar diriltmeye çalıştı veya ülkenin adını Türkiye koydu? Çünkü en iyi seçenek buydu, yeni bir ülke kurma yoluna gidiyorsunuz ve elinizde iki seçenek var: biri, ya imparatorluk kuracaksınız tekrardan; ya da İslamcı mantıkla şeriat getireceksiniz, çoğunlukla onu istiyor. Üçüncü seçenek ise, bunu kendiniz yaratıyorsunuz, ikisini de boş verip yepyeni bir şey yaratacaksınız.

En azından tarihe şerefli bir şekilde geçmiş olacaksınız. İslamcı olalım deseniz tutmaz, çünkü her mahallede başka bir İslam anlayışı var, ülke cemaat kaynıyor, tarikat kaynıyor, birçok mezhep var. İmparatorluk kuralım deseniz, zaten yeni bir imparatorluk da almış Habsburg hanedanı bozulmuş, Yunan Krallığı bozulmuş, Rus Çarlığı bozulmuş, tüm dünyada imparatorluklar zaten tarihe gömülmeye başlamış. Tekrar bir imparatorluk kurmak komik olurdu, alay ederlerdi, ki tutmazdı. En mantıklısı, modern dünyayı uygun bir şekilde, tıpkı bir anka kuşu gibi, küllerden dirilmekti. En mantıklı ve tarihimize en uygun olanı ulus devlet olmaya çalışmaktı.

Türk ırkı değil, Türk ulusu. Ne mutlu Türk doğana değil, milleti Türk’ün olduğunu bilmiyor. Orası ayrı ama problem değil, Türk tarih teziyle, Türk Tarih Kurumuyla bunları öğreteceksiniz. Atatürk’ün politikası tam da budur zaten, bu yüzden Atatürk adını almıştır. Ancak, bu politikada bir problem var; Türklük, bir tek ırk değil, bir bakıma kültür, bir bakıma gelenek, bir bakıma inanç. Ama siz, bin yıldır, 1400 yıldır Türklüğün unutulduğu, şamanlığın bırakıldığı, Tengriciliğin olmadığı bir coğrafyada, tamamen başka bir dine girmiş bir coğrafyada Türklüğe getirmeye çalışıyorsunuz. Halk bunu kabul etmez, ki buna putperestlik der, buna şeytan işi der, sapkınlık der.

Dolayısıyla, Türklüğü getirirken, bir bakıma kültürüyle veya diniyle değil, tarihiyle getiriyorsunuz. Şamanizmi falan bırakalım, isteyen gene inanır. Biz tarihimizi anlatalım. Neticede, Avrupa bize Osmanlı veya Ottoman demiyor, Türk diyor. Hatta 1500’lerde çizilen haritalarda bile Osmanlı’yı Türk yurdu şeklinde adlandırıyorlar, bütün dünya zaten bize Türk diyor, biz niye kendimizi Türk demeyelim? Bu aptallık olur. Neyin aşağılık psikolojisi? Tabii ki de bu ülke, bu topraklar bin yıldır Türkler tarafından sürekli yönetilmiş ve idare edilmiş. Türkler, öyle veya böyle buraya sürekli gelip gitmişler ve farklı farklı boylar kurmuşlar. Öyleyse, ülkeyi de Türkiye adıyla kuracaksınız, çünkü dünya öyle tanıyor ve şanlı bir tarihe sahip olduğu için de Türk adını millete hatırlatacaksınız.

Bir tek destanları tercüme etmekle olmaz. İlkokullarda, ortaokullarda Türk tarihi dersi verilecek ve Avrupa’nın yaratmaya çalıştığı bu yeni ve kısır tarih anlayışı bozulacak. Çünkü Avrupa’ya baktığınızda, o dönemlerde tarihinde hiçbir şekilde bahsetmiyorlar. Bir laf vardır; Türkler Avrupa’nın tarihinde vardır, kültüründe yoktur diye. Ama o dönemlere baktığınız zaman, tarihinde bile yokuz, kitaplarında, okullarında Türklerden bahsetmiyorlar. Türkleri resmen silmeye çalışıyorlar. Hatta bugün bile devam ediyor. Bu yüzden, hem 100 yıl önce, hem de bugün hala Türklüğü öğretmeye, Türk tarihinden bahsetmeye mecburuz. Bu bir görev, hatta vatani görev, bir borç, bir miras. Atatürk, bu mirası çok güzel bir şekilde omuzlamıştı, biz de taşımaya devam etmeliyiz.

Şimdi burada Türklere değindik diye hem Osmanlı’dan, hem Selçuklu’dan, hem Göktürklerden veya başka kavimlerden bahsedemeyeceğim, çünkü onların savaş tarihine girmek demek, 500 saat konuşmak demek. Kaç bin yıldır, kaç tane devlet kuruldu, kaç tane kahraman geldi, hangisinden bahsedeceğiz? Osmanlı Türk’tü diyoruz, ama Osmanlı ile savaşan Timur da Türktü, ki o da bayağı önemli bir şahsiyettir. Dolayısıyla, ben burada Türk tarihinden ziyade artık Türk dinini, Türk inancına tengiz mi ve Şamanizm ibadetlerine girmek istiyorum, çünkü bu ibadetlerin, bu ritüellerin birçoğu günümüzde bile hala devam ediyor.

Tabii, birçoğu gitti, özellikle toplumsal yaşamla alakalı birçok gelenek, görenek artık yok oldu. Mesela, tarih okuyan herkes bilir ki, insanın bütün yaşamı, hayatı ve doğanın ona sunduğu şeyleri iyi kullanması ve öğrenmesiyle gelişir. Ve her toplum, yaşadığı bölgenin bir bakıma karakterini de alır. Soğuk bölgede yaşayan bir toplum, daha farklı bir kafada olacaktır.

Sıcak bir bölgede yaşayan bir toplum, ona göre bir kültür geliştirecektir. Ama Türkler gibi göçebe yaşayan ve bozkır kültürüyle gerçekten çok sert ve hırçın doğa şartlarıyla uğraşan kavimler, tıpkı bu karakterde çok güçlü, çok sert ve çok hızlı bir yapıya sahip olurlar. Ayrıca, bu yapı eşitliği de getirir, çünkü bu yaşam koşullarında kadın ve erkek eşit oranda iş yüklenir. Bu yüzden, Türklerde kadın da savaşçıdır, kadın da at biner, kadın da ok kullanır, hatta yeri geldiğinde kadın da devlet yönetir.

Mesela, Hakan ve Hatun hikayesi çok yaygındır ve bu Türklere ve Vikinglere özgü olan bir şeydir. Burada söylemek istediğim şey şu: Tevrat’a veya diğer semavi dinlere baktığınızda, kadınlar hep erkeği saptıran, cennetten kovduran, günahlı, çirkef varlıklar olarak görülürler. Ademin soyu sayıldığında, Tevrat’ın yaratılış bölümünde hiçbir kadın ismi verilmez, sanki Adem’le Havva’nın hiç kız çocuğu olmamış gibi. Kadınlar, özellikle arka planda bırakılır.

Türk inancında kadın figürleri, özellikle de Umay Ana gibi ak ana figürleri, son derece kutsal ve önemlidir. Türklerde, Akıncı ve Avcı gibi tipler ön plana çıkmış ve alpilik geleneği olarak adlandırılan bir özelliğe sahip olmuşlardır. Ancak, bu karakterleri anlamak için önce yaratılışı anlamak gerekiyor ve yaratılışı anlamak için de bir bakıma mitolojileri anlamak gerekiyor. Ölüm korkusuyla ortaya çıkan mitolojiler, insanların ölenin bir daha geri dnmeyeceği gerçeğiyle yüzleşmeleri sonucu oluştu. İnsanlar, ölümün ardındaki bilinmezlikle başa çıkamadıkları için bir ahiret oluşturdular ve bazen ruhlara tapmaya başladılar. Dolayısıyla, bu bağlamda mitolojiler ve inançlar, Türk kültüründe bayağı önemli bir yer kaplar.

Türk Kültürü, Şamanizm Sistemi ve Ölüm Ritüelleri

Türk kültüründe şamanizm, genel olarak kabul edilen bir gerçek olsa da, bu inanç sistemini her Türk toplumu aynı şekilde algılamadı. Örneğin, bazı araştırmacılar, Türklerin Altay ve Yakut şamanizmine göre daha olgunlaşmış bir şamanizm anlayışına sahip olduklarını öne sürdüler. Ayrıca, bazı yazarlar da Türklerde şamanizm esaslarının din kadar sağlamlaştığını kabul ettiler. Peki, niye din kadar sağlamlaştığını kabul ediyorlar derseniz, şamanizm normalde bir din değil, bir sistemdir, bir pratiktir. Örneğin, tek tanrıcılık din değildir, bir sistemdir; bu tek tanrıcılığın içinde Hristiyanlık da var, İslam da var. Aynı şekilde, çok tanrıcılık da bir din değildir; bu çok tanrıcılığın içinde Mısır mitolojisi de var, Yunan mitolojisi de var.

“Ben monoteistim” veya “politeistim” dediğiniz zaman hangi dine inandığınızı değil, hangi sistemi kabul ettiğinizi ifade etmiş olursunuz. İşte, şamanizm de böyledir; doğaya tapınmacı bir sistemdir ve bu sistem içinden paganizmi çıkarmıştır, ki Türklerin paganizmine Tengri veya Tengricilik denir. Bunun haricinde, Türklerin büyük bir kısmı totemist olmuş, monoteist olmuş, Budist veya Taoist olmuşlardır. Ancak, bu inançlar çok da kalıcı olamamış, unutulmuşlardır, çünkü bu inançlar daha çok doğunun tekelinde kalmışlardır. Örneğin, bugün Taoizm dediğimizde aklımıza uzak doğu gelir, ancak direkt olarak Türkleri hatırlamayız. Çünkü Tengri ve Tengricilik, Türk inancının bir parçasıdır.

Türklerin, huzuru sağlamak için yaptıkları ritüeller genellikle kanla ilişkilendirilirdi. Örneğin, dua veya ritüel sırasında kan dökülmesi bu inancın bir yansımasıydı. Osmanlı döneminde bile bu uygulama devam etti. Kurban kesildiğinde akan kanın günahları temizlediğine inanılırdı, benzer şekilde abdest alırken günahların suyla birlikte akıp gittiğine inanılırdı. Bazıları için kan kutsaldı, özellikle hükümdarlar ve asiller için. Onların kanı akıtılmazdı, çünkü bu kişilerin kutsal bir niteliği olduğuna inanılırdı. Örneğin, bir şehzade öldürülecekse, kan dökülmeden boğularak öldürülürdü.

Osmanlı döneminde birçok darbe ve devrim yaşanmasına rağmen, liderlerin kanı genellikle akıtılmazdı. Çünkü kutsal kanın dökülmesi uğursuzluk getireceğine inanılırdı. İnsanlar genellikle boğdurulurdu ve lider değişikliklerinde kan akıtılmazdı. Bu inanç, Moğollar ve Çinliler gibi diğer kültürlerde de benzer şekilde bulunmaktaydı.

Örneğin, Çin mitolojisinde Tanrı, bazı insanları diğerlerinden daha özel yaratmıştı ve bu kişilere lordlar veya aristokratlar denirdi. Bu kişilere Tanrı tarafından verilmiş bir kutsal yetenek verildiği düşünülürdü ve liderlikleri genellikle Tanrı veya rahipler tarafından kutsanarak ilan edilirdi.

Altay Türkleri, genelde canı üç ayrı kavramla ifade ettiler: tin, süne ve kut. Tin, evrende bulunan bir varlık, bir ruh, bir öz olarak her yerde mevcuttur; taşta, toprakta ve insanlarda da bulunabilir. Süne ise sadece insanda olan bir ruhtur, iradedir ve nefistir; sadece insanlara aittir ve astral seyahat gibi yetenekleri içerir.

Kut ise canlı veya cansız her şeyde bulunabilir, her şeye kutsallık kazandırabilir. Bu kutsal güç, tanrının iradesiyle verilir veya alınır ve kişinin üstün bir varlık olmasını sağlar. Kut almak, bir kişiyi ruhen aydınlatır ve onu özel kılar. Bu kavram, felsefi bir terim olarak kabul edilebilir ve Yunan versiyonuna bilgelik denir. İslamiyet’te ise buna hidayet denir. Kut sahibi olanlar, özel yeteneklere sahip kişiler olarak kabul edilir ve bazı efsunlayıcı özellikler gösterebilirler.

Türk inancında kut sahibi olan kişiler Alp olarak adlandırılır ve bu kişiler, kut sayesinde özel yetenekler sergilerler. Örneğin, Oğuz Kağan gibi kişiler, bu özelliklere sahipti ve kutlarıyla birçok olağanüstü başarı elde ettiler. Türk kültüründe, Alp karakterinin ölümden sonra ebedi ve onurlu bir biçimde göğe yükselmesi için düşmanlarına karşı galip gelmesi gerektiği inancı vardır ve kut bu süreçte kilit rol oynar. Oğuz Kağan destanında da görüldüğü gibi, Oğuz’un ölümü sonrasında tanrıların yanına gitmesi bu inancın bir yansımasıdır.

Antik Yunan mitolojisinde de benzer bir motif görülür. Herkül, 12 zorlu sınavı geçerek kendini kanıtlar ve öldüğünde panteona katılır. Benzer şekilde, İsa’nın çarmıhta ölmesi ve sonra tanrıyla birleşmesi Hristiyan inancında önemli bir tema olarak kabul edilir. Bu örneklerde, kutsal ruh veya kutun kişiyi tanrılarla birleştirdiği veya onurlu bir şekilde ölümden sonrası için ayrıcalıklı bir durum sağladığına inanılır.

İsa ile buluşarak onunla yemek yiyip içip sohbet ediyorsunuz. Bu, Vikinglerin de yaptığı bir şeydi, yani İskandinavlar arasında da bulunurdu. “Valhalla inancı” dedikleri bir inançları vardı. Bir savaşçı öldüğünde, Tanrıların yaşadığı yere gider ve tanrılarla, özellikle de Thor’la konuşur, yemek yer ve savaşır. Savaşçının hayatı boyunca savaşmakla geçtiği için, öteki dünyada da savaşmaktan keyif alır. Tabii ki, ölmezse sonsuza kadar savaşabilir ve yeteneklerini mükemmel bir şekilde kullanabilir.

Bunun dışında, Vikingler ve benzeri savaşçılar, öldüklerinde eşyalarıyla birlikte gömülürlerdi. Kılıç, zırh veya elde ettikleri ganimetlerle birlikte gömülürlerdi. Çünkü inanıyorlardı ki, öteki dünyada bu eşyalar onlara zenginlik kazandıracak ve savaşmalarına yardımcı olacaktı.

Bu anlayışı Türklerde de görebiliriz. Bir hükümdar veya lider öldüğünde, eşyalarıyla birlikte gömülür. Hatta bazen atıyla birlikte gömülür. Çünkü inanıyorlardı ki, öteki dünyada da bu eşyalar ve at, ona hizmet edecektir. Büyük karakterlerin mezarlarını bulan kişiler bile öldürülebilir, çünkü mezarlar kutsaldır ve açılmamalıdır.

Türkler, ölen bir kişiyi ilkbaharda öldüyse sonbaharda, kışın öldüyse ilkbahar veya yaz mevsimlerinde gömerlerdi. Bu süre boyunca cesetin çürümemesi için tahnit adı verilen bir yöntemle korunurdu. Atatürk gibi önemli kişiler için de bu yöntem kullanıldı. Ancak bazıları bu işlemi, mumyalamakla karıştırır ve Atatürk’ü putlaştırdığımızı düşünür. Aslında bu, Türk geleneğinin bir parçasıdır.

Ölen bir kişinin ardından 40 gün sonra onu anmak için bir tören yapılır ve dualar edilir. Bu gelenek hala devam etmektedir. Ancak bu, İslam inancında bulunmaz. İslam’da “Mevlid” dediğimiz şey, peygamberin doğum gününü kutlama törenidir. Ancak Türk geleneğinde, ölen bir kişi için yapılan bir anma törenine dönüşmüştür. Tüm inançlarda benzerlikler bulunabilir.

Tengrizm, Mitolojiler ve Gelenekler

İnançların Ortaya Çıkışı ve Evrimi Bazen, yeni bir inanç aniden ortaya çıkar; bazen ise insanlar, eski ve yeni inançlarını birleştirirler. Zamanla, hangi inancın eski hangisinin yeni olduğunu bile unutabilirler. Örneğin, Türklerde yaratılış, Tengrizm, mitolojiler ve geleneklerle üç farklı şekilde ele alınmıştır. Evrenin üç katlı olduğu düşüncesi, gökyüzü, dünya ve yeraltı olarak tasvir edilmiştir. Günümüzde bu kavram, cennet, dünya ve cehennem olarak bilinir. Antik Yunan’da da benzer bir inanç sistemi vardı: Pantheon, dünya ve Tartaros. Tartaros, kötü ruhların gittiği ve azap çektiği yeraltı bölgesiydi.

Üç Katlı Evren Anlayışı ve Değişimleri Bu üç katlı evren anlayışı zamanla değişmedi, ancak detaylar eklendi. Örneğin, Tevrat’a göre Tanrı evreni altı günde yarattı ve yedinci gün dinlendi. İslamiyet’te de evrenin altı evrede veya altı günde yaratıldığına inanılır. Türkler ise, etkilendikleri milletler ve dinler nedeniyle bu konuda iki farklı versiyona sahiptir. Batı Türkleri, Hristiyanlıktan etkilenerek yedi sayısını kutsallaştırdılar. Doğu Türkleri ise, İskandinavlar gibi diğer milletlerden etkilenerek dokuz katlı bir yaratılış tasvir ettiler.

Kutsal Ağaçlar ve İnanç Ritüelleri Eski Türkler, genellikle çınar ve kavak ağaçlarını kutsal yaratılış ağacına benzettiler. Son dönemlerde ise, servi ağaçları hayat ağacı olarak görülmeye başlandı ve mezarlıklara dikildi. Batıdan etkilenen Türklerde, ölen kişinin ruhunun cennete ulaşması için yapılan yedi tur dönüş ritüeli bugün de devam etmektedir. Bu ritüel, göğün yedi katı olduğuna inanılan bir anlayıştan kaynaklanır.

Antik Gökcisimleri ve Sayıların Simgeselliği Yedi sayısının önemi, antik zamanlarda bilinen yedi büyük gökcismine dayanır: Ay, Güneş, Satürn, Mars ve diğerleri. Bu gökcisimleri, inanç sistemlerinde ve ritüellerde önemli bir yer tutar.

Romalılar ve Antik Yunan’da yaygın olan inanç sistemleri, Türk kültürüne de yansımıştır. Türk cenaze törenleri “yuğ” olarak bilinir ve bu törenleri yöneten kişiye “yahucu” denir. Orhun ve Tonyukuk anıtlarında “you” kelimesine rastlanır ve göğe çıkma inancı görülür. Göğe çıkmanın amacı, cennete gitmek ve Tanrı ile birleşmektir. Bu süreçte, kurt, keçi veya kartal gibi yardımcı araçlar kullanılır. İslam’da da benzer bir örnek, Burak isimli binekle göğe çıkan peygamberin Miraç olayıdır.

Türklerde göğe çıkış için kullanılan diğer araçlar şamanlar ve Hayat Ağacı’dır. Hayat Ağacı, dünyayı öte aleme ve demir kazığa bağlayan bir ağaç olarak kabul edilir. Demir kazık, Sirius yıldızıdır ve köpek takım yıldızında bulunur. Şaman ritüellerinde, şaman ölen kişiye eşlik eder ve ölüler diyarına geçiş sağlar. Ağaçlar, tanrıyla iletişim kurmak ve ilham almak için uygun olarak görülür. Bu inançlar, İslamiyet’in gelmesiyle de tamamen unutulmamış, halkın belleğinde yaşamaya devam etmiştir.

Orta Asya’da devlet kuran kavimler ve göç eden boylar, farklı inançların etkisi altında kalmışlardır. Çin felsefesi, Hint Budizmi ve Hristiyanlık gibi inançlar, Türk toplum yapısını ve ritüellerini etkilemiştir. Bu etkileşimler sonucunda, Türkler arasında bölünmeler yaşanmış ve köklü bir imparatorluk oluşturulamamıştır. Hristiyanlık ve İslamiyet’in yayılmasıyla, şamanizm gibi inançlar zayıflamış ve zamanla yerlerini yeni dinlere bırakmıştır. Örneğin, Hristiyanlıkta Saturnalia kutlamaları ve Mithra’nın doğum günü olan 25 Aralık, Noel olarak kutlanmaya başlanmıştır. Bu tür değişimler, inanç sistemlerinin zaman içinde nasıl evrildiğini ve birbirleriyle nasıl etkileşime girdiğini göstermektedir.

Nevruz, Hızırellez ve Hızır İlyas bayramları, doğanın uyanışını ve yenilenmesini kutlayan geleneksel bayramlardır. Bu bayramlar, ekinoksu yani gün ve gecenin eşit olduğu zamanları kutlamak için düzenlenir. Hızır, yeşil anlamına gelir ve ilkbaharı temsil eder. İlkbahar, özellikle zorlu kış şartlarında yaşayan bozkır halkları için hayati bir dönemdir.

Kışın zorluklarından sonra baharın gelişi, hayatın yeniden başlaması anlamına gelir. Bu nedenle, beklenmedik yardımlar ve sürprizler “Hızır gibi yetişmek” olarak ifade edilir. Köklü inançları değiştiremeyen devlet büyükleri veya din liderleri, halkın ritüellerini kendi inanç sistemleriyle bütünleştirerek anlamlarını dönüştürmüşlerdir. Örneğin, Roma İmparatorluğu’nda 25 Aralık’ta kutlanan Saturnalia bayramı, Hristiyanlıkta Noel olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Türk kültüründe, ölen kişinin mezarına yiyecek bırakma geleneği, bugün su dökme ritüeliyle devam etmektedir. Bu, İslamiyet’in getirdiği uygulamaların ötesinde, daha çok kültürel bir gelenektir. Türbelerde mum yakma ve kutsal sayılan ağaçlara bez bağlama gibi şaman adetleri, farklı dinlerin etkisi altında da sürdürülmüştür. Ateş kültünde mum yakma geleneği, dua edilirken mumun tamamen erimesi durumunda dileğin kabul edileceği inancına dayanır ve bu uygulama Hristiyanlıkta da devam etmiştir. Günümüzde bazı Müslümanlar da türbelerde mum yakmaktadır. Muska ve totem kullanımı da benzer şekilde eski inançların modern uygulamaları arasında yer alır.

Pagan inançlarında, uğur ve uğursuzluk kavramları, belirli nesnelerle ilişkilendirilir. Bu nesneler, kişilere şans getirdiğine veya kötülüklerden koruduğuna inanılan tavşan ayağı, okunmuş birinci, nazar boncuğu gibi objeler olabilir. İnsanlar, bu nesneleri boynuna asar veya cebinde taşır. Bu uygulamalar, pagan ritüellerinin bir parçasıdır ve zamanla farklı kültürlerde değişik biçimlerde devam etmiştir.

Örneğin, bir taş veya kemik parçasını bir şamana veya din adamına verip, üzerine dualar okutarak uğurlu hale getirme geleneği vardır. Bu tür nesnelerin üzerine çizimler yapmak veya Arapça dualar yazmak gibi uygulamalar, muska veya tılsım olarak bilinir ve paganizmden gelir. İslamiyet’te bu tür uygulamaların yeri olmamasına rağmen, bazı cami hocalarının üfürükçülük yaparak, cin çıkartma, muska yazma ve büyü bozma gibi işlemler gerçekleştirdiği ve bu işten para kazandığı görülmektedir. Bu durum, dinle değil, kültürle ilişkilidir ve Arap kültüründe de benzer uygulamalar yaygındı.

Putperest Araplar, dört büyük güce inanıyor ve onlara dua ederek başarı elde etmeyi umuyorlardı. Daha sonra Lat, Menat, Uzza gibi putlara inançları gelişti. İnsanlar, binlerce yıldır muska ve tılsımlara güvenmiş ve bu objelerin koruyucu olduğuna inanmışlardır.

Ahmet Bin Ali Albuni’nin “Şems’ül Maarif el Kübra” isimli kitabında, yılın dört mevsimini idare eden dört büyük sahip olduğu anlatılır. Bu sahipler, dünyanın dört tarafında bulunur ve bazen melek, melik veya ifrit olarak adlandırılırlar. Farklı kültürler, bu dört büyük varlığı farklı isimlerle anmış ve kutlamışlardır.

Azrail, Cebrail veya Mikail gibi isimler, bu dört büyük varlıkla benzerlik gösterir. Ancak, Azrail kelimesi Kur’an’da geçmez ve İslam’da ölüm melekleri birden fazla varlık olarak kabul edilir. Hadisler ve pagan inançları aracılığıyla Azrail adı günümüzde de kullanılmaktadır.

Dört büyük melek veya Mahşerin Dört Atlısı gibi inançlar, birçok dinde mevcuttur. İnsanlar, evreni ve hayatı dört ana unsura bölmüşlerdir: doğu, batı, kuzey, güney; ateş, su, toprak ve hava. Bu dört unsura dayalı inançlar, zamanla dört büyük melek veya dört mimar gibi kavramlara dönüşmüş ve insanlar, bu varlıklardan yardım dilemeye başlamışlardır.

İslam anlayışına göre, tek ilah Allah’tır ve her şey O’ndan istenmelidir. Bu nedenle, dört büyük güçten yardım istemek şirk olarak kabul edilir ve yanlıştır. Ancak, kültürel etkileşimler sonucunda, bu tür inançlar ve uygulamalar farklı şekillerde devam etmiş ve zamanla dini uygulamalarla iç içe geçmiştir.

İnsanların tarih boyunca çeşitli inanç sistemlerine ve metafiziksel varlıklara olan inançları, kültürler ve dinler arasında yaygın bir fenomendir. Kabalizm, Yahudi mistisizminin bir parçası olarak, harflerin ve sayıların özel anlamlar taşıdığı ve evrensel sırları barındırdığına dair öğretiler içerir. Bu öğretiye göre, 22 harf ve her birinin bir değeri vardır; bu harfler doğru bir sırayla kullanıldığında mucizeler yaratma gücüne sahip olabilirler.

Kabalizm, antik Mısır’dan itibaren bazı Yahudilere öğretilmiş ve zamanla farklı kültürlerde ve inanç sistemlerinde değişik biçimlerde yer almıştır. Örneğin, ebced hesabı gibi numeroloji uygulamaları, kişisel kehanetler ve gelecek tahminleri için kullanılmıştır. Ancak, bu tür uygulamaların gerçekliği kanıtlanmamıştır ve genellikle inanç ve geleneklerin bir parçası olarak kabul edilir.

Din adamlarının, özellikle antik çağlarda, astronomi ve tıp gibi bilim dallarında bilgi sahibi olmaları nedeniyle toplumda önemli bir yere sahip oldukları ve bazen kraldan bile daha çok korkulan kişiler haline geldikleri bilinmektedir. Antik Mısır’da astronomların güneş tutulması gibi olayları önceden kestirebilme yetenekleri, onlara büyük bir güç ve saygı kazandırmıştır.

İslam’ın Anadolu’ya yayılması sırasında, Sarı Saltuk, Hacı Bektaş Veli ve Ahmet Yesevi gibi fikir önderleri, bölgenin yerel inançlarıyla İslamiyet’i yeniden yorumlayarak halkın kabulünü kolaylaştırmışlardır. Bu kişiler, tasavvufi öğretilerle İslam’ı daha barışçıl ve spiritüel bir şekilde sunmuşlardır.

Bugün de, halk arasında cinlerden medet umma, muska yazma ve üfürükçülük gibi uygulamalar devam etmektedir. Bu tür uygulamalar, sadece Kabalizm ile sınırlı olmayıp, Türk ve Arap kültürlerinde de şamanizm ve benzeri inançlarla kök salmıştır. Bu inançlar, zamanla değişik kültürlerin ve dinlerin etkisi altında evrilmiş ve farklı şekillerde devam etmiştir.

Zaten bu yüzden birçok tarikat ve cemaat oluştu. Bunların Budizme yakın olanları Mevlana gibi kişileri çıkarıyor, vahdet kavramını geliştiriyorlar. Şamanizme yakın olanları da Türk kültürüne ve Türk adetlerine dayanan ama görünüşte Müslüman olan bir inanç geliştiriyorlar. Bunların haricinde vefailik var, kalenderilik var, haydarilik var, var oğlu var. Bunların hepsi bir bakıma İslamlaşamıyor olmamızın bir ürünüdür.

Türkler İslamiyeti direkt almadılar, yani kabul etmediler. Başlarda bayağı bir savaş yaşandı, kan döküldü. Kılıç zoruyla Müslüman olan büyük bir zümre vardı ve yüzyıllar boyunca buna direnen, İslamiyeti Emevilerden, Abbasilerden veya İran halkından öğrenmemeye inancını korumaya çalışan büyük bir topluluk vardı.

Zamanla tabii ki onlar da asimile olmaya başladılar, güçleri yetmedi ve İslamiyet anlayışını kendi anlayışlarıyla yani şaman öğretileriyle birleştirmiş oldular ki bugün buna Türk İslam sentezi diyoruz ve bu hala devam ediyor. Bu yüzden bugün halkımızın İslamiyet öğretisi zannettiği birçok şey normalde şamanizmden geliyor veya Kur’an’da yazıyor zannettikleri birçok olay ve kişi de esasında ya Arap mitolojisinden ya da Türk inançlarından kalma.

Biz bir tek dini değil bir bakıma kültürü de almak zorunda kaldık ve bu ters etki yaptı. Çünkü İslamiyet, kusura bakmayın ama, Arap dinidir ve Arap kültürünü yaymaya çalışır. Kuranda yazan şeyleri bilemiyoruz. Tamam, onlar yorumlanabilir ama baktığınız zaman hiçbir Arap devleti ve hiçbir İslam devleti “senin dinin, insanı; benimki bana” politikası izlememişlerdir, her yere cihad yapmışlardır ve özellikle Arap tapınmacılığını aşılamaya çalışmışlardır.

Tarih boyunca, farklı kültürler ve dinler arasında çeşitli inanç ve uygulamaların benimsenmesi ve uyarlanması, insanlık tarihinin bir özelliği olmuştur. Emevi Devleti’nin Türkleri algılayışı ve İslamiyet’in kabulü sonrasında yaşanan kültürel çatışmalar, bu sürecin bir parçasıdır. İslamiyet’in kabulüyle birlikte, Arap kültürünün etkileri ve uygulamaları, Türk toplumunun kendi inanç ve gelenekleriyle harmanlanmıştır.

Su gibi kutsal kabul edilen doğal unsurların, farklı kültürlerde farklı anlamlar taşıması ve farklı ritüellerle ilişkilendirilmesi, bu kültürel etkileşimin bir örneğidir. Türklerin suyu hayatın sembolü olarak görmesi ve Arapların abdest alarak suyu temizlik ve ibadetle ilişkilendirmesi, bu farklılıkların bir yansımasıdır.

Şamanlık ve Arap-Türk İlişkileri

Şamanlık ve İslamiyet’in birleşimi, Türk kültüründe özgün bir İslam anlayışının oluşmasına katkıda bulunmuştur. Şamanların ruhlarla iletişim kurduğuna, iyileştirici güçlere sahip olduğuna ve toplumda önemli bir otoriteye sahip olduklarına inanılmıştır. Bu, antik zamanlardan günümüze kadar süregelen bir inançtır ve şamanlar, hem dini hem de tıbbi bilgiye sahip kişiler olarak görülmüştür.

Türklerin İslamiyet’i benimsemesi ve uygulaması, Arap kültürüyle tam bir uyum sağlamamıştır. Bu durum, Türklerin kendi kültürel değerlerine ve inançlarına daha yakın bir İslam anlayışını aramalarına yol açmıştır. Bu arayış, bilimsel İslam, ılımlı İslam ve siyasal İslam gibi çeşitli yorumlarla devam etmektedir.

Şamanların toplumdaki rolü, sadece iyileştirici ve kehanet edici olarak değil, aynı zamanda ilahlara tapınmak için bir köprü olarak da önemlidir. Bu, Hristiyanlıkta günah çıkartma ritüeliyle paralellik gösterir ve şamanlar, ruhsal temizlik için aracı olarak kullanılmıştır.

Bu tür inanç ve uygulamalar, kültürlerin ve dinlerin zaman içinde nasıl etkileşimde bulunduğunu ve birbirlerini nasıl etkilediğini göstermektedir.

İskandinav toplumlarında, liderlerin danıştığı ve halk tarafından büyük bir saygı gören kahinler bulunurdu. Bu kahinler, “volva” olarak bilinir ve onların sözleri, liderlerin kararlarında büyük bir etkiye sahipti. Eğer bir kahin sefere çıkılmasını önerirse, bu öneriye uyulurdu; aksi takdirde, önerilen yerde kalınırdı. Benzer şekilde, Antik Yunan’da da Delfi Kahini gibi kahinler bulunurdu. Bu kahinler, Tanrı Apollon’dan vizyonlar alır ve halk için son derece değerli olan kehanetlerde bulunurlardı. Halk, bu kahinlere büyük bir saygı duyardı çünkü onlar, anlayışa göre, peygamber ya da elçi niteliğindeydi.

Şamanizmin temel prensiplerinden biri, her şeyin ve herkesin birbiriyle bağlantılı olduğu inancıdır. Bu inanç, doğanın tek ve kutsal olduğu düşüncesine dayanır. Ağaçta, taşta, gökte ve biz insanlarda – hepimiz aynı kökenden geliriz ve aynı varoluşun içindeyiz. Öldüğümüzde de aynı döngünün bir parçası olacağız. Bu nedenle, hepimiz bir bütünüz. Bu düşünce, literatürde “panteizm” olarak adlandırılırken, İslamiyet anlayışında “Vahdet-i Vücut” olarak bilinir ve tasavvuf felsefesine dahil edilmiştir.

Türkler ve Araplar arasındaki ilişkiler, dolaylı yollarla olsa da, milattan sonra üçüncü asırlara kadar uzanan bir geçmişe dayanır. Sasani İmparatorluğu, hem Fars hem de Arap bölgelerini yönetir ve kontrol ederken, aynı zamanda Türklerle de mücadele ediyordu. Zaman zaman aralarında iyi anlaşmalar olsa da, kabileler arasındaki asabiyet sisteminden kaynaklanan isyanlar sıkça yaşanıyordu. Sasani Devleti, bu isyanları bastırmak için bazen Arapları, bazen de Türkleri kullanırdı. Bu strateji, Türklerle arasını iyi tutmak için kullanılırken, Türklerin problem yarattığı durumlarda Arapları kullanarak Türklere karşı harekete geçilirdi. Bu tür politik manevralar, Türkler ve Araplar arasında savaş ve düşmanlık oluşmasına neden olmuştur.

Araplar ve Türkler arasındaki ilişkiler, tarihsel olarak karmaşık ve çeşitli yönleri içermektedir. Arapların, Türklerin savaşçı becerilerini tanıdıkları ve saygı gösterdikleri rivayet edilir. Ancak, aynı zamanda, savaşlar ve çatışmalar nedeniyle Türkleri şeytanlaştıran ve aşağılayan anlatılar da mevcuttur. İslam öncesi dönemdeki bazı kaynaklar, Türklerin İslamiyet’i kabul edeceğini ancak bu dini tam anlamıyla yaşayamayacaklarını iddia eder. Bu tür anlatılar, Türkleri aşağılamak için kullanılmış olabilir.

Avrupa’da ise, Türkler genellikle korkutucu ve yabancı bir güç olarak tasvir edilmiştir. Atilla’nın baskınlarından Viyana Kuşatması’na kadar uzanan olaylar, Avrupa’da Türk imajının olumsuz yönde şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Halk arasında, çocukları korkutmak ve kontrol altında tutmak için kullanılan “Türkler gelir” gibi ifadeler, bu olumsuz imajın bir parçası olmuştur.

Tevrat’taki Nuh’un oğulları hikayesinde de, Türklerin Yecüc ve Mecüc ile özdeşleştirilerek olumsuz bir ışıkta gösterildiği anlatılır. Bu tür anlatılar, tarihsel ve kültürel bağlamda ele alındığında, farklı toplumların birbirlerine karşı tutumlarını ve önyargılarını yansıtmaktadır.

Araplar ve Türkler arasındaki ilişkiler, tarihin derinliklerine kadar uzanır ve bu ilişkiler her zaman kardeşlik temelinde olmamıştır. Tarih boyunca, Araplar ve Türkler arasında hem savaşlar hem de ittifaklar görülmüştür. Bazı tarihi kaynaklar, Arapların Türkleri güçlü savaşçılar olarak tanıdıklarını ve onlara hak verdiklerini belirtirken, diğer yandan Türklerle olan savaşlar nedeniyle onları aşağılayan ve şeytanlaştıran rivayetler de bulunmaktadır.

Örneğin, Şerif İsyanı sırasında Arapların Türklere karşı takındıkları tavır, bu karmaşık ilişkinin bir yansımasıdır. İslam inancına göre, Araplar peygamberlerin geldiği ırk olarak kabul edilir ve bu nedenle kutsal sayılırlar. Ancak, İslam öğretisinde, Allah’ın sapmış toplumlara peygamber gönderdiği belirtilir, bu da Arapların sürekli peygamberlere ev sahipliği yapmalarının nedenini sorgulatır.

Tarihe baktığımızda, İslamiyet’in yayılışı sırasında birçok savaş yaşandığı ve Türklerin zamanla İslamiyet’i benimsedikleri görülür. Eğer Türk toplumları birleşik bir imparatorluk oluşturabilseydi, belki de bu asimilasyon süreci yaşanmayacak ve Türk inançları günümüze kadar daha güçlü bir şekilde devam edecekti. Ancak, Türkler birçok zorlukla mücadele ederken, Araplarla olan ilişkiler de bu zorluklara eklenmiştir.

Türklerin diğer inançları kabul etmesi ve İslamiyet’e geçiş sürecinde yaşanan zorluklar, yaşam biçimleri ve inanç sistemleriyle ilgili olabilir. Türk inancı, Uzak Doğu inançlarına benzerlik gösterir ve bu benzerlik, Japonların Şintoizm anlayışı ve yaratılış destanlarıyla da paralellikler taşır. Bu benzerlikler, Türkler ve Japonlar arasında kültürel bir yakınlık oluşturmuştur.

Roma İmparatorluğu’nun da Türkler üzerinde bir asimilasyon etkisi olabileceği düşünülür. Milletler arasındaki ortak inanç ve figürler, kültürel bağları güçlendirir. Roma’nın kuruluş efsanesindeki Remus ve Romulus’un kurt tarafından büyütülmesi hikayesi, Türk mitolojisindeki Bozkurt destanı ve Aşina veya Asena gibi kurt figürleriyle benzerlikler gösterir. Bu ortak motifler, Türklerin Roma kültürüne entegrasyonunu kolaylaştırmış olabilir.

Türk Mitolojisi ve Türk Destanları

Tengrizm anlayışı ve Türk mitolojisi, Japon mitolojisiyle bazı benzerlikler gösterir. Japonlara göre, evrenin başlangıcında yer ve gök birleşikti ve evren şekilsiz bir yumurta gibiydi. Zamanla, bu yumurtanın hafif ve saf özü yükselerek gökyüzünü oluşturdu, ağır ve katı kısmı ise aşağı inerek yeryüzünü meydana getirdi. Japon mitolojisindeki karanlık diyar “Yomi” olarak adlandırılır ve bu, Antik Yunan’daki Tartaros veya bizdeki cehennem kavramına benzer. Mitin devamında, İzanami’nin lanetten kurtulmak için geçirdiği aydınlanma evresi sırasında sol gözünden Güneş Tanrıçası Amaterasu ve sağ gözünden Fırtına Tanrısı Susanoo doğduğu anlatılır.

Mitolojik benzerlikler sadece hikayelerle sınırlı değildir; tanımlar arasında da paralellikler bulunur. Japon anlayışında “Kami” hem tanrıyı hem de tanrı adamlarını, yani kahinleri, sembolize eder. Türk kültüründe de şamanlar, yani “kam”lar var ve bunlar da tanrıyı sembolize ederler. Japonlar “Kami” demişler, biz “Kam” demişiz ve aynı geleneği sürdürmüşüz.

Raddoff’un derlediği Altay Yaratılış Destanı’na göre, başlangıçta her şey suydu; yer yoktu, gök yoktu, güneş ve ay da henüz yoktular. O zaman, tanrıların en yükseği ve bütün varlıkların başlangıcı olan Tengri Kayra Han, kendisine benzer bir varlık yaratarak ona “Kişi” adını verdi. Kayra Han ve Kişi, su üzerinde uçarak süzüldüler. Ancak Kişi, bu sonsuz sessizlikten hoşnut değildi ve daha fazla yükselmek istedi. Bu ölçüsüz isteğinden dolayı uçma özelliğini yitirdi ve dipsiz sulara düştü. Yardım çağrısında bulunduğunda, Tengri ona sudan kalkması için emir verdi ve bu emirle Kişi sudan kurtuldu

Artık uçamadığı için Tengri, yeri yaratmak istedi ve Kişi’ye suya dalarak derinliklerden toprak çıkarmasını söyledi. Kişi, toprağı suyun üzerine serpti. Ancak gizlice bir parça toprağı ağzında sakladı ve Tengri yer yaratılsın emrini verdiğinde, ağzındaki toprak da şişti ve Kişi boğulmaya başladı. Tengri, Kişi’ye ağzındaki toprağı tükürmesini emrederek hayatını kurtardı. Tengri tarafından yaratılan yer düz ve engebesizdi, fakat Kişi’nin ağzından fışkıran toprak, her tarafı sıçratarak bataklıklar ve tepecikler meydana getirdi.

Erlik, ışık diyarından kovulan bir varlıktı, tıpkı İblis’in Allah’ın huzurundan kovulması gibi. Mitolojik benzerlikler, Erlik’in kovulan tarafta ya da kötü tarafta yer aldığını gösterir. Erlik, düşmüş bir melek gibi kanatlarını ve uçma özelliğini kaybetmişti. İzanami de benzer bir durum yaşadı; kutsal bir varlıkken Yomi’ye indi, kutsallığını kaybetti ve bir arınma sürecine girdi. İzanami ve Erlik, sadece kötülük yapmaya yarayan varlıklar değil, varoluşları gereği negatif olan varlıklardır. Çünkü Ülgen veya İzanagi pozitiftir ve dualiteyi tamamlar. Türkler ve Japonlar, İzanami’ye veya Erlik’e de tapmışlar ve ona kurban kesmişlerdir. İyi ve kötü, karanlık ve aydınlık, sürekli beraber var olan şeylerdir ve biri olmadan diğerinin pek bir anlamı yoktur.

İyi ve kötü tanrıları tanımak, insanın kendi varoluşunu ve dünyayı anlamasında önemli bir rol oynar. Mitolojilerde bu tanrılar, insanın içsel çatışmalarını ve doğasını sembolize eder. İnsan, kendi eylemlerini ve yaşamını, mitolojik figürler aracılığıyla anlamlandırmaya çalışmıştır. İyi ve kötü eylemler, toplumun hayatta kalmasını ve gelişimini sağlayan unsurlar olarak görülür. Dinler de insanın iradesini vurgular; bu irade sayesinde insan, en yüksek mertebelere ulaşabilir veya en düşük seviyelere düşebilir.

Tengrizm’de Tengri, gök tanrısı olarak merhameti sembolize eder ve gökte yer alır. Erlik ise yeraltı diyarında, kara çamurdan yapılmış bir sarayda oturur ve ölülerin ruhlarını hapseder. Bu kavramlar, Mısır’daki Set, Yunan’daki Hades, Hindistan’daki Şiva veya İran’daki Ehrimen gibi diğer kültürlerdeki tanrı figürleriyle paralellik gösterir. Bu figürler, genellikle insanların korktuğu ve saygı duyduğu varlıklardır.

Tevrat’ta Yehova, göklerde oturan Tanrı olarak betimlenirken, yılan dünyaya, yani aşağıya sürgün edilmiştir. İslamiyet’te bu sürgün edilen kötülük figürü, cehenneme sürgün edilen şeytan olarak yer alır. Gılgamış Destanı’nda Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı ve bir yılan tarafından ölümsüzlük çiçeğinin çalınması hikayesi, yılanın kötülüğün ve günahın sembolü olarak görülmesine yol açmıştır. Bu nedenle, yılan ve insan arasında düşmanlık başlamıştır. Tevrat’ta insan, günah işlediği için ölümlü olmakla lanetlenir ve bu günahı işleten de yine bir yılandır. Günümüzde bu yılana şeytan denir ve şeytan, insanlar için açık bir düşman olarak kabul edilir.

Mitolojik hikayeler, farklı kültürlerde benzer temalarla işlenir. Nuh Tufanı gibi evrensel hikayeler, Türk mitolojisinde de yer alır, ancak Türk geleneğinde, insanlığın yalnızca iki kişiden değil, birçok kişiden türediği anlatılır. Abdülkadir İnan’ın “Eski Türk Dini Tarihi” kitabında anlatılan tufan hikayesi, bu farklılığı örneklendirir. Hikayede, yedi aziz kardeş tufanı önceden bildi ve hayatta kalmak için bir gemi inşa etti. Tufan sonrası, Ülgen’in canlandırdığı bedenler arasında çeşitli yaş gruplarından insanlar vardı ve böylece insanlık zuhur etti.

Bu hikayede, en büyük kardeşin Erlik olması ve Ülgen’in yerine geçmesi dikkat çekicidir. Türk mitolojisi, diğer kültürlerden etkilenmiş ve birçok farklı versiyonu ortaya çıkmıştır. İnsanın yaratılışında Ülgen’in kabuğu, yani bedeni yarattığı, ancak ruhu üfleyenin Erlik olduğu anlatılır. Bu, insanın içinde hem iyi hem kötü özellikler taşıdığını ve dünyadaki kötülüklerin bu içsel çatışmadan kaynaklandığını simgeler. Dinler ve felsefe, insanın bu içsel mücadelesini ve hangi yönün baskın geleceğini, yani ruhun mu yoksa tabiatın mı, anlatır. Ölüm sonrası, insanın hangi tanrıya yakınlaştıysa, o yöne gideceği düşünülür; gökyüzüne Ülgen’e ya da yeraltına Erlik’e doğru.

Türk mitolojisindeki bu anlatım, modern bilim anlayışı ve evrim teorisiyle uyumlu görünür. İnsanlığın tek bir çiftten değil, birçok kişiden türediği fikri, evrimsel süreçle paralellik taşır. Tanrının gökte tahtında oturan bir varlık olarak tasvir edilmesi ise neredeyse tüm inanç sistemlerinde ortak bir tema olarak karşımıza çıkar.

Hatta kutsal kitaplarda bile öyle yazar ve bu, Tanrı ile görüşmek için bazı aşamalardan geçmek gerekir. Yani, ruhu göğe çıkartırken bir takım zorluklar aşılır. ‘Enok Kitabı’nda 7 zorlu aşamadan bahsediliyor. Yine İslamiyet’te de Miraç hadisesi olayı var. Bütün göğün aşamalarını görme durumu anlatılıyor. Aynı şekilde Türk inancında da, On Offin tarafından tespit edilen rivayete göre Ülgen’e giden yolda 7 veya 9 tane zorlu aşamadan geçiyoruz. Ülkenin huzuruna giden bu yoldan herkes geçemez. Buradan ancak erkek şamanlar ayin yapmak şartıyla geçebilirler. Bununla beraber, erkek şamanlar bile ancak beşinci engel olan Demir Kazığa kadar, yani Sirius’a kadar ulaşabilirler.

Türklerde bir de Umay Ene diye bir varlık vardır ve bu da Yunan inancındaki Gaya’ya, yani toprağa benzer. Yunan inancında yaratılan bütün varlıklar, hatta tanrılar bile Gaya’dan taşmışlardır. Umay Ene de buna benzerdir ve Göktürk Yazıtları’nda bile adı geçer. Umay Ene, koruyucu olan doğa anıdır. İbnü Deva Tarihinin anlattıklarına göre; Moğollarda da Uma Hatun kültürü vardı. Savaşa hazırlanırken bu Uma Hatuna kurban sunarlardı. Zaten Moğol ve Türk inançları birbirine çok yakındır. Zira aynı köklerden gelmişlerdir anlayışını Uma Ana yapmalarından ve kan kültürünü de aynı şekilde devam ettirmelerinden zaten bunu anlıyoruz.

Fakat bu benzerlikler yüzünden ünlü Moğolları da Türk yapmaya çalışıyoruz. Mesela, Cengiz Han Türk’tür diyenler var ki bu bir gaflettir. Öyle bir şey yoktur, adam bildiğiniz Moğoldur. Ve devam edersek, hem şamanizmde hem de paganizmde putperestlik anlayışı vardır. Bunun da sebebi şudur: Çünkü insanlar doğayla iç içeymiş ve doğayı kutsallaştırmışlar. ‘Bütün doğada söz vardır’ demişler ve bu sözle alakalı ibadetler geliştirmişler. Zaten ‘Töz’, ‘Tin Kut’ bunları anlattım ve ‘töz’ ve ‘din’ gibi kavramlar da hala felsefede kullanılıyor.

Dolayısıyla, çok da yabancı olduğunuzu düşünmüyor putlara tapınmanın menşei ile alakalı. Ebu’l Gazi’yi, Bahadır Han’ın da fikirleri tamamen tözle alakalıydı. Çünkü bütün doğada söz vardır ve bu söz kutsaldır. İnsan da bir bakıma öldüğünde sözleşeceği için tözü toplamak veya tapmak son derece önemliydi.

Kugur çak, bir kişinin ölen yakınını anmak ve hasret gidermek için yaptığı bir ritüeldir. Bu ritüelde, kişi ölen sevdiği birinin kuklasını yapar ve bu kuklayı evinde kutsal bir yere yerleştirir. Yemek yemeden önce ilk lokmayı kuklanın önüne bırakır, çünkü inanca göre ruh hala dünyadadır ve yemeği tüketecektir. Zamanla, bu uygulama sadece kişisel bir anma ritüelinden öteye geçmiş, toplumun önemli figürlerine, liderlerine, kahinlerine ve şamanlarına tapınmak için kullanılmıştır. Ölüm yıl dönümlerinde veya belirli dini günlerde, toplum bu figürlere tapınmak için bir araya gelir. Bu, atalara tapınma kültürünün bir parçasıdır ve putperestlik, en ilkel dönemlerde ölen kişilere tapınma fikrinden türemiştir.

Antik Mısır’da da benzer bir dönemleme vardır: atalara tapınma ve hayvanlara tapınma dönemleri. Daha sonra, Firavun Akhenaton olarak da bilinen IV. Amenhotep, tek tanrı inancını, Aten inancını getirmeye çalışmış, ancak sonunda başarısız olmuş ve politeizme geri dönülmüştür. İnsanlar inançlarından kolayca vazgeçmezler ve bu yüzden, bin yıl geçmiş olsa da, İslam coğrafyasında yaşasak bile Türk inançları devam etmektedir. İnsanlar, ruhları önce putlarla, sonra hayvanlarla sembolize etmişlerdir.

Her millet, kendine özgü kutsal kabul ettiği hayvanlarla tanınır. Örneğin, Afanasya’da kartal kutsal bir hayvan olarak görülürken, Göktürkler için bu rolü kurt üstlenmiştir. Roma’da ise, Mithraizm inancının yaygın olduğu dönemlerde ayı kutsallaştırılmıştır. Ancak, Türk mitolojisindeki kurt figürü özellikle önemlidir. Bozkurt Destanı’nda anlatıldığı üzere, kurt, Türklerin hayat ve savaş gücünün bir simgesi olarak kabul edilir. Kurt, çevik, hareketli ve güçlü yapısıyla Türklerin bayraklarında ve dağlarında motif olarak kullanılmıştır. Bu, Türklerin göçebe yaşam tarzı ve zorlu doğa koşullarıyla olan mücadelesini yansıtır.

Kurt sembolizmi, Türk tarihinde o kadar derin köklere sahiptir ki, Mustafa Kemal Atatürk bile 1927 yılında İngiltere’de bastırdığı Türk banknotlarının üzerine kurt figürünü koydurmuştur. Bu, Türkiye’nin adını taşıyan bir ülkede kurt sembolünün bulunmasının tarihi bir gereklilik olduğunu gösterir. Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz’un eşinin gökten mavi bir kurt şeklinde indiği ve Ergenekon Destanı’nda Türkleri bir kurdun kurtardığı anlatılır. Uygurların Türeyiş Destanı’nda ise, tanrı bir erkek kurt şeklinde yeryüzüne iner ve bir Türk hakanının kızıyla evlenir. Bu birliktelikten Uygur nesli türemiştir.

Göktürk Destanı’nda, Türklerin savaşta yenilgisi ve neredeyse tüm nüfusunun yok edilmesi sonrasında, düşmanlar tarafından acıdıkları için hayatta bırakılan bir çocuğun elleri ve ayakları kesilerek bataklığa atılması, ancak Aşina adındaki dişi bir kurt tarafından kurtarılması anlatılır. Kurt, çocuğun yaralarını yalayarak iyileştirir ve onu Siha Denizi’nin kıyısındaki bir mağaraya götürür. Ardından bu çocukla ilişkiye girer ve ondan on çocuk doğurur. Bu çocuklardan birinin adı Türk konur ve bu, Aşina veya Asena adı verilen Türk boyunun kurucusu olur.

Bu hikayeler, Türk soyunun bir mağarada yaratıldığı ve küçük bir çocuğun yeni bir kavmin kurucusu olduğu fikrini barındırır. Bu, Mithraizm inancında Mitra’nın bir mağaradan çıkışı ve kutsal bir boğayla arkadaşlık kurmasıyla paralellik gösterir. Ancak Mitra, Helios’un emriyle boğayı öldürür ve bu eylemden insanlık, yıldızlar ve çeşitli varlıklar ortaya çıkar. Bu hikayeler, cinsel birleşmeyi ve yaratılışı sembolize eder.

Türkler ve Romalılar arasındaki fark, Romalıların kutsal kabul ettikleri boğayı kurban etmelerine rağmen, Türklerin hiçbir zaman kurt kurban etmemiş olmalarıdır. Türklerin kurt sembolizmini günümüze kadar taşımaları, sadece figürleri değil, sayıları da korumaları açısından önemlidir. Örneğin, Türklerde 3 ve 9 sayıları kutsal kabul edilirken, İslamiyet’in gelmesiyle 6 ve 7 sayıları da kutsal hale gelmiştir. Ancak, Türkler 3 ve 9 sayılarının kutsallığını unutmadılar ve bu sayıları İslamiyet’in kutsal sayılarıyla birleştirdiler.

Oğuz Kağan’ın iki eşinden üçer oğlu olmuş ve bu çocuklar, evrenin oluşumunu temsil eden altı türü oluşturmuştur. Bu, Tevrat’ta Yehova’nın evreni altı günde yarattığı ve Kur’an’da Allah’ın evreni altı günde tamamladığı anlatımlarıyla paralellik gösterir. Türkler, İslamiyet’e geçmiş olsalar da, üç sayısının kutsallığını unutmadılar ve hatta “Allah’ın hakkı üçtür” diyenler bile vardır.

Türklerin yaratılış ağacı ve İskandinav mitolojisindeki Yggdrasil’den bahsedilirken, Ülgen’in dokuz dallı bir ağaç şeklinde evreni tasarladığı anlatılır. Ancak, zamanla cehennemin yedi katı, cennetin yedi katı ve diğer kültürlerdeki yedi sayısıyla ilgili inançlar birleşmiş ve bugün yedi boyutlu bir evren tasavvur edilmektedir. Göğün katları ve ahiretin çeşitli katlara ayrılması gibi inançlar, rakamların değişmesine rağmen temelde aynı kalmıştır.

Günümüzde şamanizm, araştırma konusu olarak ve bazı New Age akımlarında hala ilgi görmektedir. İnsanlar, binlerce yıl öncesinin inançlarını farklı şekillerde yaşamaya ve yorumlamaya devam etmektedirler.

Şamanizm ve Totemizm Üzerine Fikirler

Şamanizm ve totemizm, son 50 yılda artan bir ilgiyle araştırma konusu olmuş ve bu alanla ilgili birçok kitap yazılmıştır. Şamanizmin kökenleri üzerine birçok iddia ortaya atılmış olup, mağara ve kaya resimlerinin tarih öncesi çağlarda şamanizmin varlığına dair açık kanıtlar sunduğu düşünülmektedir. Neolitik dönemde başlayan bu çizimler, şamanizmin yükselişini Bronz Çağı’na kadar götürebilecek veriler sunmaktadır. Şamanizmin Sibirya, Orta Asya, Tibet ve Moğol türlerini inceleyen araştırmacılar, şamanlık veya kahinlik kavramının her toplumda antik çağlardan beri benzer biçimlerde var olduğunu belirtmektedirler.

İnsanın en büyük korkusu ölüm olup, ölümden sonra başka bir dünyada uyanma veya ölümsüzlük fikri her zaman ilgi çekici olmuştur. Öteki dünyadan haber verebilecek kişilere, eski çağlarda şamanlar, daha yakın dönemlerde ise peygamberler, her zaman kutsal bir değer atfedilmiştir. Paganizmde kutsal kişilerin ölümü ve dirilişi, şamanlarda ise şaman olmanın şartı olarak ölüm ve diriliş süreci önemlidir. İskandinav kültüründe boğma ritüeli, kişinin ölümle yüzleşmesi ve eğer uyanırsa ölümden dönmüş sayılması anlamına gelir. Bu deneyimden sonra bir şaman, ruhlar alemine gidip gelebilme yeteneği kazanır. İsa’nın çarmıhta ölümü ve üç gün sonra dirilişi de bu pagan geleneğine dayanmaktadır.

Totemcilik, günümüzde de devam etmektedir. Çin’de totem simgesi, ataların fikirleri, nasihatleri ve önemli olaylar gibi tarihi bilgileri taşır. Ölmüş önemli kişiler, kahinler, savaşçılar ve şehitler, bu simgelerle anılır ve halk, önemli günlerde bu simgelerin önünde dua eder. Günümüzde şehitliklerde şehitlerimizin isimlerini mermerlere yazarak ve mezarlıklarda toplu halde ruhlarına Fatiha okuyarak benzer bir ritüeli sürdürmekteyiz.

Şaman dansı, şamanların transa geçerek ruhlar alemiyle iletişime geçtiği bir ritüeldir. Ateş etrafında şarkı söyleyerek, ağıt yakarak ve davul çalarak dönen şamanlar, yedikleri maddelerin ve hareketlerin etkisiyle başlarının dönmesi ve trans haline geçmesi sonucunda ruhlar alemine seyahat ederler. Bu trans halinden sonra, şamanlar tanrılarla konuşarak kehanetler alır ve geleceği gördükten sonra geri dönerler.

Evet, şamanizm ve totemizmle ilgili anlatılanlar gerçekten de fantastik gelebilir. Şamanların bedenlerini terk edip astral seyahat ettikleri veya peygamberlik gibi bir deneyim yaşadıkları düşüncesi, bu inanç sistemlerinin mistik yönünü vurgular. Ancak, bu tür deneyimlerin açıklaması daha basit olabilir. Sürekli dönme, madde kullanma ve ses çıkarma gibi faaliyetler, insanların trans benzeri durumlar yaşamasına ve farklı deneyimler görmesine neden olabilir. Bu, fizyolojik tepkilerin bir sonucu olarak doğal bir durumdur.

Şamanların bedenlerini terk etmesi, kıyafetlerini çıkarmalarıyla da ilişkilendirilebilir. Şamanlar, hayvan postları giyerek doğa ruhlarını ve tanrıları temsil ederler. Dans sırasında bu postları çıkarmak, bedeni bırakıp ruhlaşmayı simgeleyebilir. İlkel insanların hayvan maskeleri ve kıyafetlerini törenlerde kullanmaları, soğuktan korunma amacının yanı sıra, ayinlerde de hayvan kemikleri veya kafalarını kullanmaları muhtemeldir.

Mağara çizimleri ve Sibirya’daki mağara resimlerinde insanların hayvan kafalı veya maskeli olarak çizildiği görülür. Bu, şamanların hayvan kemikleri ve kafataslarıyla gezdiklerini ve kültürlerine bu şekilde yansıttıklarını gösterir. Santor ve harpi gibi yarı insan yarı hayvan varlıkların çizimleri, şaman olma ihtimalini de akla getirir. Gelecekteki göçmenler, bu mağara duvarlarına baktıklarında, resmedilen figürlerin şaman mı yoksa tanrı mı olduğunu ayırt edemeyebilirler.

Bu tür inançlar ve ritüeller, insanlık tarihinin derinliklerine kök salmış ve zamanla evrimleşmiş kültürel ifadelerdir. İnsanlar, ölüm, ötesi ve ruhaniyetle ilgili sorularına cevaplar ararken, şamanizm ve totemizm gibi inanç sistemleri bu sorulara mistik ve sembolik yanıtlar sunmuştur.

Mağara duvarlarında ejderha resimleri var. Bu, ejderhaların gerçek olabileceği fikrini uyandırır. Belki de insanlar, ejderhaları görmüşlerdir. Ateş üfleme yetenekleri olmasa da, böyle bir varlık olabilir. İnsanlar, korktukları için bu varlıkları mağaralara çizmiş olabilirler.

2000 ya da 3000 yıl önce, bilimsel düşünce henüz gelişmemişken, hayvan başlı insan figürleri tanıdık gelebilirdi. Bu figürler, ilkel mitolojilerimizde yer alırdı. Mısır tanrıları, esasen çok ünlü rahipler olabilir. Ya da Tevrat’ta yazdığı gibi, çağın kahramanı ünlü kişilerdir. Yarı tanrı, yarı insan olabilirler. Buradaki ‘yarı tanrı’ kavramı kafanızı karıştırmasın. Çünkü Firavun’un bile Tanrı olduğuna inanılırdı. Sezar bile kendini Tanrı ilan etmişti. Dolayısıyla, çok ünlü bir rahibin veya savaşçının, Aşil veya Herkül gibi tanrılaştırılması ihtimali söz konusu. Çünkü bu tip liderler, büyük bir toplumu büyük felaketlerden kurtarmış veya bir yeri fethetmiş olabilirler. Böylece toplum tarafından tanrısal karşılanmış olabilirler.

Hatırlarsanız daha önce şamanlığın esasında peygamberlik olduğunu söylemiştim. Voltaire bununla alakalı şöyle bir iddiası var: Voltaire kelime benzerliğinden yola çıkarak, Hindistan’daki ‘brahman’ın aslında İbrahim peygamber olduğunu söylüyor. Ayrıca İbrahim’in ‘Saray’ veya ‘Sara’ adında bir karısı var. Onun da Hindistan’daki ‘saraswi’ olduğunu iddia ediyor. Bu Hint inanışı önce Yahudiliğe, oradan da İslam’a geçmiş. Yahudiliğe nereden geçmiş? Mısırdan. Çünkü Mısır, Hint inançlarından çok etkilenmişti. Ve Yahudiler de Mısır’da köleydi. İbrahim’in Hindistan’ı terk edip öğretilerini dünyaya yaymaya çalışan sayısız ‘brahman’ rahibinden birisi olması iddiası pek de yeni bir iddia değil.

Birçok kitapta, Osiris ve Hermes gibi figürlerin aslında çok bilge rahipler oldukları ancak zamanla bilgelik tanrılarına dönüştükleri belirtiliyor. Antik dönemlerde, Zelotlar veya Esseniler gibi birçok tarikat vardı ve bu tarikatlar, ajan gibi rahip yetiştiriyorlardı. İsa’nın peygamberliğini iddia etmeden önceki 20 yıl boyunca ne yaptığını bilmiyoruz. 10 yaşındayken tapınaklarda rahiplerle tartışan bir çocuk olduğu biliniyor ama sonrası hakkında bilgi yok. 20 yıl sonra ortaya çıkıp kutsallığını ilan ediyor. Musa, bir Mısırlıyı döverek öldürdükten sonra Mısır’dan kaçıyor ve 7 yıl boyunca saklanıyor. Saklandığı süre zarfında neler yaptığı veya nereye gittiği bilinmiyor.

Döndüğünde peygamberliğini ilan ediyor. Muhammed ise 25 yaşındayken Hatice ile evleniyor ve 40 yaşındayken Hira mağarasına çekilip saatlerce orada kaldıktan sonra peygamberliğini ilan ediyor. Bütün peygamberlerin hayatlarında kayıp yıllar var ve bu kayıp yıllardan sonra aydınlanmayla geri dönüyorlar. Günümüz şamanları ya da spiritüalistler, bu kişilerin bir tarikat tarafından desteklendiğine ve dini olarak eğitildiğine inanıyorlar. Bu bilgiler, Ra bilgileri gibi bazı kitaplarda bulunabilir. Ancak bu, tek başına yeterli olmayabilir. Bu yüzden, ritüel benzerliklerine bakarak bu teoriyi güçlendiriyorlar.

Kabe’deki Makam-ı İbrahim denilen ayak izinin bir benzeri Hindistan’da da bulunur. Lord yazarsanız, karşınıza çıkacaktır. Hacer-ül Esved taşı, Hubal taşı gibi ögeler, Hint pagan kültürünün parçalarıdır. Ancak bu konuda çok fazla kafa yormaya gerek yoktur.

Eski Türk yaşantısında üç büyük hainden bahseden Fuat Köprülü’ye göre, bu hainlerin her biri kurban merasimi içeren törenlerle anılır. Sığır, şeylan ve yuu, sığır avlanma törenleridir. Her erkek, rüştünü ispatlamak için avlanabilmelidir ve bu avlanma Tanrı adına yapılır. Şeytan, basitçe şölen demektir ve yuu, cenaze merasimleridir. Türkler, cenazelerde de kurban keserler ve bunu yolcular, yani rahipler yapar. Türklerde kurban, kanlı ve kansız olmak üzere ikiye ayrılır. Kansız kurban, en basit tabiriyle bir hayvanı doğaya bırakmaktır. Kaderine Tanrı karar versin demektir ve istediğiniz zaman yapabilirsiniz. Mesela, bir erkek evladınız olduysa veya çok istediğiniz bir şey gerçekleştiyse, bunu kutlamak ve Tanrı’ya şükretmek adına doğaya bir hayvan salabilirsiniz.

Kanlı kurban ise, her zaman yapılabilecek bir şey değildir çünkü Türklerde kan kutsal ve önemlidir. Bu nedenle, büyük törenlerde yapılır. Türklerde diğer kavimlerde olmayan ayrı bir tören anlayışı vardır. Bütün Türk boyları bir araya toplanır ve altı boy, bir hayvanı altıya bölerek parçaları sahiplenir. Bu, aradaki hiyerarşiyi de belirler. Örneğin, baş kısmını alan boyun lider olduğu anlaşılır. Bu, Türkler arasında sembolik ifadelerdir ve ileride bir medeniyet kurulduğunda, hangi boydan geldiğinizi söylemeniz gerekir. Çünkü bu, ne kadar meşhur olduğunuzu ve liderliği ne kadar hak ettiğinizi gösterir.

Selçuklular, kendilerine kınığı seçmişlerdir, yani en büyük evladı ve başı seçmişlerdir. Böylece, “Biz en büyük boyuz, biz en önemliyiz, bize itaat edilmesi lazım” demişlerdir. Daha sonra Osmanlılar, kınığı alamadıkları için, ikinci en büyük boy olan Kayı boyunu seçmişlerdir. Hatta, “Biz Kayı boyundan geliyoruz” diyerek bunu resmiyet kazandırmak için bazı tarihçilere para vermişlerdir. Örneğin, Aşıkpaşa, sırf Osmanlı’ya meşru bir tarih yazmak için iki tane ev almıştır.

Padişahlık sistemi başlarda çok oturmadığı için, yani teokrasi anlayışı gelişmediği için, bu tip önlemler gerekiyordu. Bir otorite sağlamak lazımdı. Ancak, Fatih’in İstanbul’u fethetmesi gibi olaylarla Osmanlı yeterince büyük bir imparatorluğa dönüştüğünde, hanedanın devrilmeyeceği veya başka bir hanedanla doldurulamayacağı anlaşıldı. Zamanla padişahlar, halifelere dönüştüler ve hatta Tanrı gibi görülmeye başlandılar.

Kaynaklar

[1] Wikipedia

Partages :
Afficher les commentaires (0)

Laisser un commentaire