Mu Kıtasının Gizemi

Mu Kıtasının Gizemi
Mu Kıtasının Gizemi

19. yüzyılın sonlarında, maceraperest yazar ve gezgin Augustus Le Plongeon, Büyük Okyanus’un derinliklerinde, 14 bin yıl önce bir felaketle sulara gömülmüş efsanevi bir kıta olan Mu’dan bahsetmiştir. Bugün bile, bilim çevrelerinde bu iddiaların sözdebilimsel olduğu ve efsanevi bir nitelik taşıdığı kabul edilmektedir. Le Plongeon, Mu’nun, Antik Mısır ve Mezoamerika’nın kökenlerine ev sahipliği yaptığını öne sürmüştür. Bu kavram, James Churchward’ın çalışmalarıyla daha da popüler hale gelmiş ve Mu’nun Pasifik Okyanusu’nda bir zamanlar var olduğu fikrini yaygınlaştırmıştır.

Mu’nun varlığına dair iddialar, Le Plongeon’un zamanından bu yana bilimsel bir destek bulamamıştır. Benzer şekilde, kayıp bir kıta olduğu iddia edilen Lemurya’nın varlığı da aynı durumu paylaşmaktadır. Günümüz bilim dünyasının genel görüşü, Mu kıtasının var olmuş olmasının fiziksel olarak imkansız olduğu ve bu iddiaların bilimsel bir temele sahip olmadığı yönündedir.

Augustus Le Plongeon ve Mu Kıtasının Gizemi

Mu efsanesi, 19. yüzyılın sonlarında, Yucatán’daki Maya kalıntıları üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda Augustus Le Plongeon (1825-1908) tarafından literatüre kazandırılmıştır. Le Plongeon, Maya medeniyetinin, Yunan ve Mısır medeniyetlerinden daha eski olduğunu savunan yazıtlar keşfettiğini iddia etmiş ve bu yazıtlarda bahsedilen daha eski bir kıtanın hikâyesini dünyaya duyurmuştur.

Mu’nun Kökeni ve Troano Kodeksi

Le Plongeon, “Mu” ismini, Troano Kodeksi’ni yanlış yorumlayarak Landa alfabesini kullanan Charles Étienne Brasseur de Bourbourg’dan esinlenmiştir. Brasseur, “Mu” kelimesini, bir felaket sonucu sulara gömülen gizemli bir ülkeye işaret eden bir terim olarak yorumlamıştır. Le Plongeon, bu efsanevi toprakları daha sonra Atlantis mitiyle ilişkilendirerek, Atlantik Okyanusu’nda batmış olan bir kıta fikrini geliştirmiştir.

Kraliçe Moo ve Eski Mısır Medeniyeti

Le Plongeon ayrıca, eski Mısır medeniyetinin, Mu kıtasının batışı sonucu mülteci durumuna düşen Kraliçe Moo tarafından kurulduğunu öne sürmüştür. Onun teorisine göre, diğer mülteciler Orta Amerika’ya sığınmış ve Maya uygarlığının temellerini atmışlardır.

Mu Kıtasının GizemiJames Churchward  ve Mu Kıtasının Gizemi

James Churchward’ın eserleri, Pasifik’te yer alan ve artık var olmayan Mu adlı efsanevi bir kıtanın varlığını savunur. Churchward, “Kayıp Kıta Mu: İnsanlığın Doğuş Yeri” (1926) adlı kitabıyla bu tezi popüler hale getirmiştir. Bu seri, “Mu’nun Evlatları” (1931) ve “Mu’nun Gizemli İşaretleri” (1933) gibi başka eserleri de içermektedir.

Churchward, gençliğinde Hindistan’da görev yaparken, yalnızca birkaç kişinin anlayabildiği antik bir dil olan “Naga-Maya” dilinde yazılmış kil tabletlerle karşılaştığını iddia eder. Bu tabletlerin, insanlığın ilk yurdu olarak kabul edilen Mu’yu anlattığına inanır.

Mu ve Naacal Bağlantısı

Yazar, Mu’nun 50.000 ila 12.000 yıl önce var olduğunu ve Naacal olarak bilinen, teknolojik ve kültürel açıdan ileri bir toplum tarafından kurulduğunu öne sürer. Bu toplumun, günümüz toplumlarından daha üstün olduğunu ve büyük bir felaket sonucu yaklaşık 12.000 yıl önce yok olduğunu savunur.

Churchward’a göre, Mu kıtası, Mariana Adaları’ndan Paskalya Adası’na ve Hawaii’den Mangaia’ya kadar uzanan bir alanda yer alıyordu. Kıtanın, yeraltı volkanik gazların etkisiyle yükseldiğini ve ardından meydana gelen depremler ve volkanik patlamalar sonucu bir gecede sular altında kaldığını ileri sürer.

Mu’nun, Mısır’dan Yunanistan’a, Orta Amerika’dan Hindistan ve Burma’ya kadar birçok eski medeniyetin ve özellikle megalitik yapıların kökeni olduğunu iddia eden Churchward, bu tezini, farklı kültürlerdeki kuş ve güneş sembollerinin benzerliğine dayandırır. Mu’nun hükümdarının Ra olarak adlandırıldığını ve bu ismin, Mısır’ın güneş tanrısı Ra ile Rapa Nui dilindeki güneş kelimesi “ra’a” ile bağlantılı olduğunu öne sürer.

Mu ve Paskalya Adası Bağlantısı

Churchward, Polinezya’daki tüm megalitik yapıların Mu halkının eseri olduğunu savunur. Paskalya Adası’ndaki devasa moai heykellerinin üzerindeki taş şapkaların (pukao), Mu’nun güneş sembollerinin bir yansıması olduğunu iddia eder. Bu heykellerin ve üzerlerindeki şapkaların, uzaktan kırmızı renkte görünen küreler olarak tasvir edildiğini ve Mu’nun güneş tanrısı Ra’yı temsil ettiğini belirtir.

Churchward, ayrıca, bu heykellerin ve onların platformları olan ahu’ların, kayıp bir uygarlığın taş işçiliğinin örnekleri olduğunu ve günümüz Polinezyalılarının, bu eski uygarlığın doğrudan soyundan gelmediğini, ancak felaketten kurtulan ve dünyanın ilk yamyamlık ve vahşetini benimseyen toplulukların soyundan geldiğini ileri sürer.

Günümüzde Mu Kıtasının Gizemi

James Bramwell ve William Scott-Elliott, Mu kıtasındaki felaketlerin yaklaşık 800.000 yıl önce başladığını ve MÖ 9564’te sona eren büyük bir felaketle son bulduğunu öne sürmüşlerdir 1.

1930’larda, Mustafa Kemal Atatürk’ün James Churchward’ın Mu kıtası hakkındaki çalışmalarına ilgi gösterdiği ve Mu’yu Türklerin potansiyel anavatanı olarak değerlendirdiği belirtilmiştir 23. Ancak, bazı kaynaklar bu ilginin, Atatürk’ün Mu kıtası hakkındaki iddiaları incelemekten öteye gitmediğini ve Ankara Üniversitesi’nde bir Mu Dili Bölümü kurulmasının reddedildiğini ifade etmektedir.

Japonya’daki Yonaguni Adası yakınlarında bulunan su altı yapılarına gelince, Masaaki Kimura bu yapıların Mu kıtasının kalıntıları olduğunu iddia etmiştir. Ancak, bu yapıların doğal süreçler sonucunda mı yoksa insan eliyle mi oluşturulduğu konusunda bilim insanları arasında fikir ayrılığı bulunmaktadır. Yonaguni Anıtı’nın bazı araştırmacılar tarafından antik bir şehrin kalıntıları olduğu düşünülürken, diğerleri bunun doğal bir oluşum olduğunu savunmaktadır4.

Jeoloji Veriler ile Mu Kıtasının Gizemi

Jeolojik veriler, büyük bir kayıp kıta fikrinin gerçeklikle bağdaşmadığını ortaya koymaktadır. Levha tektoniği kuramına göre, Dünya’nın yüzeyi, okyanus tabanını oluşturan ağır “sima” (magnezyum silikat zengini) ve kıtaları oluşturan hafif “sial” (alüminyum silikat zengini) katmanlardan meydana gelir. Sial, genellikle okyanus tabanının birkaç kilometre altında bulunmazken, kıtalar bu katmanın onlarca kilometre kalınlığında olabilir. Buzdağlarının su üzerinde nasıl yüzdüğüne benzer şekilde, kıtalar da sima üzerinde yüzer ve bu nedenle bir kıta okyanusun dibine “batamaz”.

Kıtasal sürüklenme ve okyanus tabanı genişlemesi, kıtaların şeklini ve yerini değiştirebilir ve bazen bir kıtayı birden fazla parçaya ayırabilir (Pangea gibi). Ancak, bu olaylar jeolojik zaman ölçeğinde (yüz milyonlarca yıl) gerçekleşir. Tarihsel zaman ölçeğinde (on binlerce yıl), kıtasal kabuk altındaki sima nispeten sabit kabul edilir ve kıtaların temeli olarak görülür. Kıtaların ve okyanus tabanlarının, insanlık tarihi boyunca mevcut konumlarını ve şekillerini büyük ölçüde koruduğu kabul edilir.

Bir kıtayı tamamen yok edebilecek bir jeolojik kuvvetin varlığına dair geçerli bir açıklama bulunmamaktadır. Eğer böyle bir kıta yok olmuş olsaydı, devasa kaya kütlelerinin okyanus tabanında bulunması beklenirdi, ancak böyle bir iz bulunmamaktadır. Pasifik Okyanusu’ndaki adalar, batık bir kara parçasının değil, izole volkanik tepelerin sonucudur. Bu volkanik aktivite, Paskalya Adası gibi derin okyanuslarla çevrili yeni volkanik adaların oluşumunda da rol oynamıştır.

Alfred Metraux’un 1930’larda adayı ziyaret etmesinin ardından, moai platformlarının adanın mevcut kıyıları boyunca yoğunlaştığını belirtmesi, adanın şeklinin heykeller yapıldığından bu yana çok az değiştiğini gösterir. Pierre Loti’nin adadan su altına uzanan “Zafer Yolu” olarak tanımladığı yapı ise, aslında doğal bir lav akıntısıdır. Churchward’ın adada kumtaşı veya çökel taş bulunmadığı yönündeki gözlemi doğru olabilir, ancak bu durum, tüm pukao’ların adada bulunan volkanik tüf taşından yapılmış olması gerçeğiyle önemsizleşir.

Antik Kalıntılar ile Mu Kıtasının Gizemi

Amerika ve Eski Dünya arasındaki uygarlıkların bağımsız gelişimine dair bulgular, tarımın ve şehir yaşamının Buzul Çağı’nın sonlarına doğru, yaklaşık 10.000 yıl önce Levant bölgesinde ortaya çıktığı ve zamanla Eski Dünya’nın diğer bölgelerine yayıldığı görüşünü destekler. Çatalhöyük gibi en eski yerleşim yerlerinin gelişimi, dışarıdan gelen “üstün bir medeniyetten” kaçan insanlar yerine, yerel ve aşamalı bir evrim süreciyle daha uyumlu bir şekilde açıklanabilir.

Paskalya Adası’nda yerleşimin ilk defa on binlerce yıl önce değil, yaklaşık MS 300 civarında başladığına dair kanıtlar bulunmaktadır. Adadaki pukao ve moai’nin, törensel amaçlarla veya geleneksel bir başlık türü olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Adada daha önceden var olmuş ve çok gelişmiş bir medeniyetin izlerine rastlanmamıştır. Bu durum, Paskalya Adası’nın yerleşim tarihini ve kültürel mirasını daha iyi anlamamız açısından önemlidir.

Abschluss

Mu Kıtasının Gizemi” başlıklı yazımızda, arkeolojik buluntuları bulunmayan ve bilimsel olarak kanıtlanamamış bir kıtadan bahsetmekteyiz. Bu konu hakkında pek çok yazı yazılmış ve bazıları yanlış yönlendirilerek bu kıtanın gerçek olduğu öne sürülmüştür. Ancak, gerçekte durum böyle değildir. Bu konuyla ilgili olarak sizlerle bir video paylaşmak istiyorum. Beğenerek takip ettiğim ve beş yıl önce yayınlanmış olan “Pasifiğin Atlantisi Mu” isimli videoyu zevkle izleyeceğinizi düşünüyorum. Keyifli seyirler.

  1. Wikipedia: https://tr.wikipedia.org/wiki/Mu[]
  2. Dergipark: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/417260[]
  3. Wikipedia EN: https://en.wikipedia.org/wiki/Mu_%28mythical_lost_continent%29[]
  4. Wikipedia EN: https://en.wikipedia.org/wiki/Yonaguni_Monument[]
Shares:
Show Comments (0)

Schreibe einen Kommentar